FELSEFİ AÇIDAN DİN ve DEMOKRASİ

FELSEFİ AÇIDAN DİN ve DEMOKRASİ

Sayın Hocamız,

Prof. Dr. Niyazi KAHVECİ’nin, 23.11.2022 tarihinde, Türk Demokrasi Vakfında verdiği söyleşisi

Şimdi konuyu, önce “din ve demokrasi” diye belirlemiştim. Ama tabi benim ilahiyatçı geçmişim olduğu için “din, dinsiz olmuyor, yani “konu, dinsiz de olsa dinsiz” olmuyor. Ama dedik ki, ilçe veya il müftüsü ya da bir ilahiyatçı konuşuyor, olmasın. Madem felsefeciyim, şimdi, şu anda da ondan maaş alıyorum, “Felsefi açıdan din ve demokrasi” olsun dedik. Milletimiz, bize hangi iş için maaş ödüyorsa, biz de ona o konuda hizmet vermeliyiz.

Ben, hep şeyi merak ederim; bir tavuk, bir insanı gördüğü zaman nasıl algılıyordur onu acaba? Şimdi bizde de, “felsefe” ve “din” dediğimiz zaman ne algılıyoruz acaba? Çok önemlidir. Ben, tabi bunları kısmen izah edeceğim. Fakat benim felsefe tarihiyle işim yok. Felsefe tarihi; Aristo ne dedi? Eflatun ne zaman öldü? Yani felsefenin dedikodusudur. Dedikoduyu hiç sevmem ve beceremem de. Kendimiz felsefe yapabilmeliyiz.

Bizi, bir konuda Aristo ve Eflatun’un ne dediği değil, onların söylediklerine, sistematik ve felsefi açıdan nasıl bakabiliriz ve neler çıkarabiliriz, onlar nasıl felsefe yapıyorlar, önemlidir. Lisans ve yüksek lisans derslerimde de filozofların ne dedikleriyle pek fazla ilgilenmem, “nasıl” söyledikleriyle ilgilenirim. Bize o lazım, çünkü onların sözlerinden bizim çıkarım yapmamız gerekir.

Filozof, “aforizma” üretir. Bir konuyu yüzlerce sayfa felsefi irdeler. En sonunda bir veya iki satır olur  “aforizma” çıkarır. Eski Grekçe bir kelimedir, “veciz söz” demektir. Tabii böyle bir irdeleme çaba hem de sistematik felsefi perspektif harcamadan aklımıza bir fikir geliyor kendiliğinden. Bu tabii kendimize göre gerçekten çok önemli, büyük olabilir. Bunu da hemen piyasaya sirkülasyon yapıyoruz. Biz ona “üfürüzma” diyoruz. Yani üfürme söz demektir. Biz, üfürüzma değil, aforizma ile meşgulüz.

Şimdi felsefi perspektif ile “din ve demokrasi”yi nasıl irdeleyebiliriz. Burada bir örnek olacak şekilde. Yani niçin geldiniz, bu konuyu niçin dinliyorsunuz? Niçin öğrenmek istiyorsunuz? Tabii felsefe bütün bunların hepsini sorgular. Yani neden öğrenilir? Öğrenme neden yapılır? “Neden” ve “nasıl” soruları yoksa felsefe yoktur?

O nedenle biz, şöyle bir aforizma üretiriz; “Bilim bulgular, felsefe sorgular, din savunur”. Şimdi kişi, kendisinin hangi kulvarda olduğunu çok rahat test edebilir. Eğer savunuyorsan dinsel ve dogmatik düşünmedesin. Bir olgu, obje ve olayda bulgulama yapıyorsan, bilimselsin. Sorguluyorsan felsefedesin.

Şimdi felsefe nedir? Dört yıl felsefe fakültesini bitirip de gelen yükseklisans öğrencilerine ilk sorum şu oluyor: Felsefe nedir? Maalesef üzülerek söylüyorum, cevap yok. Peki felsefe nasıl yapılır? Yine cevap yok. Yani dört yıl ne okudunuz? Hocam, bunları okutmadılar bize. Tamam, okutmadılar da, sen de hiç mi merak etmedin? Alanın felsefe, alanının ne olduğunu öğrenmeyi hiç mi merak etmedin? Ne olduğunu bilmediğin şeyi dört yıl okudun.

Şimdi şuradaki dinleyicilerden herhangi birine sorayım. Cevap veremeyeceklerdir. Mühendislik öğrencilerine Mühendislik nedir? Diye soruyorum. Cevap yok. Kimyacıya soruyorum, Kimya nedir? Cevap yok Tarihçiye soruyorum tarih nedir? Cevap yok. Din nedir? Cevap yok. Felsefi perspektifin 1. İlkesi, tanımlama ilkesidir ki bu mantığın 1. ilkesidir. Özdeşlik ilkesi. Bunları, Türkçe tercümelerden ya da Türklerin yazdıkları eserlerden anlamak mümkün değil.

Yanlış anlaşılmasın. Türkçe dili, en zor bilimsel, akademik ve felsefi metinleri dahi ifade edebilecek güçte ve yapıdadır. Sentaks olarak, semantik olarak eksiklik, dilde değil, yetkililerde var tabii. Türkçeden tanıyamadım özdeşlik ilkesini. İngilizceden ancak tanıdım “Identity” dedi. Tamam dedim, “kimlik” demekmiş. Her şeyin ve herkesin bir kimliği var. Mantık disiplininin birinci ilkesi de, her konunun bir kimliğinin olmasıdır. Yani tanımlamadır. Mesela; senin ismin söylendiğinde, ne gibi bir imaj çağrışımı yapıyor? İşte sen osun, kimliğin, tanımlaman odur. Felsefenin tanımı şudur; var olan olgu, obje ve olayı tanımak ve tanımlamaktır. Bunu yaparken genişleyen akıl çapı sayesinde; var olmayan olgu, obje ve olay yaratmaktır.

Mudanya’da bir felsefe profesörü arkadaşımla birlikte bir söyleşi yapmıştım. Kitap fuarında. Felsefe profesör arkadaşım, konuşurken ağzından “yaratma” kelimesini kaçırdı. Ondan sonra da korkmaya başladı. Halk onu dışlayacak diye. Ben imdadıma yetiştim. İlahiyatçı olmam işe yaradı. Bin sene önceki “Kelam” ilminin alimleri; “yaratma” kelimesinin insan için de kullanılabileceğini karara bağladılar. “Yaratma” kelimesi, insan için mecaz anlamda kullanılır,” demişlerdir. “Kafir olmazsın korkma! İnsanların, seni kafir ilan etmesinden de korkma! Çünkü Allah katında geçerli değil,” dedim. “Bugün dahi, bin yıl önceki alimlerin akıl çapından geride olan Müslümanlar var,” dedim. Bu da, ayrı bir konu tabi ki.

Felsefenin bir diğer amacı, tekraren söylüyorum, “var olmayan olgu, obje ve olay yaratmak, yani icat etmektir.” Bizimki yaratamıyor, yani icat edemiyor. Peki ne yapıyor? Efendim işte böyle “dinsel” şeylere sığınarak, eksikliğini telafi ve teselli yoluna gidiyor. “Allah’ı savunma sektörü” uydurarak kendisine özel güvenlikçi görevi veriyor. Bilmeden bir şey yaptığını sanıyor, ama Allah katında boş iş yapıyor. Bu duruma, felsefede “ödünleme (compensation)” deniliyor. Bu ödünleme durumunu kabul etmiyoruz, literatür de etmez. Herkes, sorumlu olduğu işini tam yapmakla mükelleftir.

Bu girişten sonra, şimdi “din ve demokrasi” konusuna geçelim. Tabi “din” nedir, diye sorsam, emin olun hiçbiriniz bilmiyorsunuzdur, ama din hakkında bir sürü ahkam kesiyorsunuzdur.

Demokrasi nedir? Hani çok basit haliyle, bizdeki gibi, yani işte “halkın seçimidir” ve belki de büyük çoğunlukla da öyle cevap verilecektir. Efendim, bu cevap, asıl anlamı ifade etmiyor.

Felsefi açıdan baktığımız zaman; demokrasi, siyasal bir sistemdir. Peki din, ne tür bir sistemdir? Şimdi diyeceksiniz ki yani din her şeyi içerir. Neyi içerir? Yani her şeyi içerir. Peki neyi içerir? Bir tane şey söyleyin. Cevap yok. Hani “her şeyi yaparım abi”, yani hiçbir şey yapamazsın. Dinin, tabii ki felsefi tanımına gitmemiz gerekir. Felsefe, ilk önce tanım yapar. Tanım için “Fenomenoloji” dediğimiz felsefe disiplini vardır. Görünenden görünmeyen öze gitmektir. Fenomen, “görünen” demektir. Bu, “numen” kelimesinden üretilmiştir. Numen nedir? “Öz”dür. Bir şeyin tanımı, zahiri görünenden değil, onun özünden yapılır. O nedenle, özü tespit etmek gerekir. Tabi özü tespit etmenin sistemi vardır. Onu öğrenmek gerekir. Yoksa yüzeysel kalınır ve asıl şey öğrenilemez.

Fenomenolojinin yanında, numeni, yani özü tespit etme görevi olan, “özcülük (essentalizm)” dediğimiz bir felsefe disiplini üretilmiştir. Elinoğlu nereden, nasıl üretiyor bunları? Oturduğu yerde, sistematik düşünme ile üretiyor. Maalesef bunların hiçbiri bizim üretimimiz değildir. Sistematik düşünme nedir, Nasıl yapılır? O da ayrı bir konu. Ama özet olarak söyleyeyim: sistematik ve felsefi düşünme, zaten felsefi düşünme, sistematik düşünmenin en üst dozajıdır. Bunun en alt dozajını bilmeyen kişinin yapabileceği bir iş değildir. Sistematik düşünme de tamamen mantık ilkeleriyle yapılır. Bunun yanında tabi, bu düşünmeyi yaparken üç adet düşünme biçimi vardır. Bunları da iyi ayrıştırıp öğrenmemiz lazımdır. Bunlar; analitik, eleştirel ve diyalektik düşünmedir. Bakınız, analitik ile eleştirel düşünmeyi bütün doğal sistemler yapıyor, sindirim sistemimiz de yapıyor, sinir sistemimiz, yani beyin de yapıyor.  Sadece “diyalektik düşünme”, insan ürünüdür. Nasıl yapıldığı öğrenilmelidir. Şimdi bu sistematik düşünme biçimleri uygulanmaksızın, hiçbir konuda ahkam kesilemez.

Üç tane de düşünme metodumuz vardır; tümden gelim, tüme varım ve kıyas. Şimdi tabii ki ben bu konulara burada bunları uygulayarak bakacak ne zamanımız var ne de sizin tahammülünüz var. Siz, tek kelimelik cevaplar veren, “Alo fetva” bekliyorsunuz, caiz midir, değil midir? Din ile demokrasi olur mu, olmaz mı? Bunu bekliyorsunuz. Biz de, onu “Alo fetvaya” havale ediyoruz.

Beş milyon yıllık insanlığın sosyal ve nörolojik antropoloji, yani “düşünsel evrimi”, Allahtan elin oğlu, önce arkeoloji, sonra da ona dayalı bilgilere dayalı antropoloji sayesinde çok bilimsel teknik bilgiler tespit etti. Filozoflar da, bu bilimsel teknik bilgileri alarak bunlara sistematik düşünme uygulayarak çıkarım yaparlar. Felsefe çıkarım yapar, çıkarımı sentez ile yapar. Sentez nedir? Nasıl yapılır? Öğrenilmelidir. Sentezsiz ne doğal, ne de insani bir ürün üretilebiliyor.

Şimdi beş milyon yıllık insanoğlunun bir güzergahı, geçmişi var. Önce “Homo habilis” dört ayak üzerinde. Bunu, niçin söylüyorum, çünkü hepimiz ondan doğduk. Bir çocuk da, aslında aynı güzergahtan geçiyor. Neden bebek bir, iki yaşına kadar dört ayak üzerinde yürüyor? Çünkü “homo habilis” olarak doğuyor. O evrede, doğuştan gelen doğal bir sürü düşünme biçimleri var. Sonra ayağa dikildiği zaman “homo erektus” oluyor, ayağa dikiliyor. İki yaşındaki çocuk da öyle oluyor. Beş milyonluk insanlık tarihinde insan, herhalde üç milyon yıl, dört ayak üzerine yürüdü, ondan sonraki ikinci milyon yılda ayağa kalkmayı becerebildi. İnsan yavrusu da öyledir.

Ayağa kalkınca, elini kullanınca beyne çok daha yeni ve farklı veri veriyor. Ne kadar çok veri verirsen, beyin, o kadar çok sinaptik bağlantı yaparak çalışır. Hiç veri vermezsen, biz, ona “brain shrinkage” diyoruz. Yani “beyin büzüşmesi, katılaşması”, kaya parçasına dönmesi. Kaya parçasını üfleyerek şişiremezsin. Katılaşmış beyne istediğin kadar laf anlat, anlatamazsın. Laf almıyorsa, anla ki onun beyni katılaşmış kaya parçası gibi olmuştur. Buna karşı, “nöroplastisite” diye de bir şey var. Bu, beynin akışkan, elastiki yapılmasıdır. Her beyin, her yaşta bunu yapabiliyor.

Bakın, beş milyon yıl içinde ne din var ne demokrasi. 0-2 yaş evresi bebeklik, 3-6 yaş ilk çocukluk, 7-11 yaş son çocukluk evresidir. İşte insanlığın beş milyon yılı, bu evrelerle geçmiştir. Son çocukluk olan 7-11 yaşa “homo sapiens”, yani  “tek akıllı insan” demiştir. 12 yaş sonrasına “homo sapiens sapiens”, yani “çift akıllı insan” demiştir. Bunlar ne demektir?

İşte filozoflar ve bilim adamları, bunlara bir anlam veriyor. Bir taraftan da “cognitive psychology” dediğimiz, “bilişsel psikoloji” filozofları var. Onlar da, bu konuda çok yardımda bulunuyorlar, bilgi tespit ediyorlar. Diyor ki; 7-11 yaş arasında insan yavrusu, somut akla sahip oluyor, aklını somut işlerde kullanabiliyor, tek akıllı yani. İnsanlığın da, bu tek akla sahip olması, milattan önce 50 bin yılına tekabül ediyor.

O zamanki insanların verdikleri eserlere bakarak; işte sembolik, sezgisel, sihirli gibi düşünmeler yaptıkları görülüyor İşte bu bilgileri, bundan 50 bin yıl önceki mağaralardaki heykelimsi duvar resimlerinden çıkarıyorlar.

Bakın, o devirlerde henüz demokrasi yok, din de yok, ama ritüel başlıyor. Yani insanlığın 7-11 yaş arasında ritüel başlıyor. Bu da, tabii yavaş yavaş tanrı kavramının oluşmasını oluşturuyor. Önce insanüstü güç, sonra doğaüstü güç, sonra evren üstü güç geliyor. 12 yaşından sonra insan ve insanlık “homo sapiens sapiens” “çift akıllı” oluyor. Peki nedir o ikinci akıl? O, soyut, akıldır. İnsan da, ancak 12. yaşından sonra, “soyut düşünme” yapabilir aşamaya geliyor ve çift akıllı oluyor. İşte din ve demokrasi, soyut kavramlardır.

Beyin, nörolojik olarak, biyolojik yapısı, 12. yaşına kadar oluşumunu tamamlıyor. Ama 25 yaşına kadar gelişimi sürüyor. Neyse, geleceğim nokta şudur: Bilim, “çocuğa 12 yaşına kadar soyut şeyler verme,” diyor. Ama şimdi çocuğun kafasına daha dört yaşında; üç harfliler, beş harfliler, Tanrı, din gibi soyut şeyler veriliyor. Bunlar, boş, sonuçsuz ve bilimsel olarak yanlış uğraşılardır.

Dinin kendisi de, kişiyi, “akil baliğ” olmadan, yani 12. yaşından önce din ile sorumlu tutmuyor. Boşuna mı yani? Ne dini dinliyorsun, ne dünyayı dinliyorsun, ne bilimi dinliyorsun. Sen nesin kardeşim, milletin beynini çarpıklaştırıyorsun. Çarpık beyinden; çarpık din, çarpık demokrasi, çarpık şehircilik, çarpık tarım, çarpık siyaset, çarpık bürokrasi çıkar. Yani başka bir şey çıkmaz. İnsanlık da, “Tanrı” kavramını, ancak 12 yaş sonrası dediğimiz, milattan önce 15-20 binden itibaren çıkarabilmiştir, üretebilmiştir. Zaten bakıyorsunuz felsefi düşünme neden milattan önceki son 1.000 yılda yapılabildi? Ondan 3.000 sene önce, Sümerler, ilk medeniyeti kurdular, ama felsefi düşünmeyi neden üretemediler?

Felsefi düşünme yapamadılar. Neden? Onu da ayırmış. Bakın, 18. yaştan aşağıdaki kişilere “küçük” deniliyor. “Küçük” oy kullanma hakkına sahip değil. Neden? Çünkü 12 yaşında akıl baliğ oluyor, ama temyiz vasfını edinemiyor. Evlenmeyi bile, 16-17 yaşından önce yapamıyor. Neden? Çünkü ona karar verecek düzeyde reşit değil.

Ama insanlık ne zaman ki, yani MÖ son bin yılda, 20. yaşına, yani yetişkinlik evresine geldi, felsefi düşünmeyi yapabildi. İnsan yavrusu da, ancak 20. yaşında felsefi düşünme yapma evresine gelebiliyor. Ondan önce felsefe yapamıyor.

Bilim diyor; “kişi, 20 yaşındaki yetişkinlik evresine geldiği halde, hadi diyelim, Felsefi düşünme çok fazla ağır gelir, ama sistematik düşünme yapamıyorsa, 20 yaşından küçük çocuktur.”

Ben, üniversitelerde verdiğim derslerde, öğrencilerimde Türkiye’de en temel eksikliğin “düşünme” ama sistematik düşünme alanındaki eksiklik olduğunu fark ettim. Bize her dönem, ülkemizin yeni nesli, öğrenci olarak gelir. Dolayısıyla, her yeni neslin zihinsel yapısını görmemiz mümkün oluyor.

“Sistematik düşünme” ile ilgili ilk kitabı, ben yazmak zorunda kaldım ve yazdım. Gerçi ben, kitaplarımı önce kendim öğrenmek için yazarım, sonra da bakarım ki yani hoşuma gidiyor halk yararlansın diye, yayınlatırım. Önce halk düzeyinde bu kitabı yazdım.

Sonra baktım ki, 150.000 civarında akademisyen var, ama bir tane felsefi fikir, bir tane bilimsel bilgi icadı yok. Neden? Zaten biz, bilim felsefesinde okutuyoruz bunları, ana hatları ile bilimin nasıl yapıldığını. Bilimin iki aşamada yapıldığını öğrendik. Birinci aşaması laborantlık, betimleme, analiz. İkinci ve asıl aşaması kuram yapma aşamasıdır ki, tamamen ussaldır. Teorik sistematik düşünmeyi gerektirir. Böylece akademiya katmanına, “Kuram Yapma” kitabı yazmak zorunda kaldım.

Ardından yüksek lisansımıza, felsefe mezunları geliyor. Felsefe Nedir? Nasıl yapılır? Diye soruyorum, bilinmiyor, Felsefe nasıl yapıldığı öğretilmeden, bir filozofun metnini okumakla karşı karşıya bırakamazsın genci. Öğrenci, felsefi bir metni nasıl okuyacağını bilmiyor ki. Baktım, ülkenin düşünme katmanını işgal eden felsefeci kesime de felsefenin nasıl yapıldığına dair kitabı yazdım.

Bu arada, şunu söylemek zorundayım; tabii elin oğlu şöyle çalışıyor: Mesela; bir nöroloji tıp profesörü ile bir felsefe profesörü bir araya geliyor. Nöroloji profesörü beyin ile ilgili teknik bilimsel bilgileri veriyor. Filozof da onları alıyor, işliyor, çıkarımlarını yapıyor. Ben onlardan okumaya çalıştım.

Her beyin aynıdır. Beynin zencisi, beyazı yoktur, erili dişili yoktur, doğulusu batılısı yoktur. Evet o dinden, bu dinden, o etnisitenin, bu etnisitenin hiçbir farkı yoktur. Bütün beyinler aynı renktedir. Genel anlamda Tanrı, diyorum, çünkü dersimiz din dersi değil, felsefedir, tanrı herkese eşit beyin vermiştir. Bütün doğal beyinlerin motor nöronları eşittir. Herkes eşittir. Eşitsizlik, beyni kullanma sonucunda ortaya çıkıyor. Kim onu daha çok kullanırsa, o, ileride oluyor. İnsanların, beyni işlemelerinden dolayı farklı kalite doğar.

Bazı hafif farklılıklar da, iki insanın tepkimeye, döllenmeye girmesiyle çocuk meydana geliyor. İnsan, asit tortusudur. Sonuçta bazı asitler biraz daha kaliteli olabiliyor. Daha az kaliteli olabiliyor, daha cevval oluyor, akışkan oluyor, falan. Ama çok az fark ediyor.

Yani şunu söyleyeyim size; bugün insanlığın kafa katmanını işgal edip düşünme işlemini yapan insanlar, aslında çok zeki değiller, ne de en kaliteli beyne sahip olanlarıdır. Sadece yaptıkları şudur: Günde 10 saat okuyor, 10 saat düşünüyorlar. Yani zihinsel çok çalışıyorlar. Biz profesör oluyoruz, sistem, bizden toplam 10 saat düşünme ürünü istemiyor.

Ne ile nereye varacaksın, kiminle rekabet edeceksin? Kandırmayalım kendimizi. Kimse kendisini hariç tutmasın. Orada bu işi yapanın ana babalarıyla kıyaslayacaksınız kendinizi. Benim babam da öyle diyor, “covit hastalığına çare bulamadılar”. Covite çare kim bulacak? diye soruyorum. Yabancılar bulacak. Ya da bizim bilimadamları bulacak. Bizimkiler bulamıyor. Sen bulabiliyorsan senin çocuğun da bulur. Yani sen kendini, çareyi bulmasını istediğin kişilerin ana babaları ile kıyaslayacaksın. Sen bulabiliyorsan, çocuğun da bulabilir. Sen dini kullanarak çocuğunun senden farklı düşünmesini önlemeye çalışıyorsun. Çocuğuna dini dört yaşında vermeye başlıyorsun. Kendine benzetmeye, senin seviyene indirmeye, senin seviyenden ileri gitmesine mani olmaya çalışıyorsun. Sonra da çare istiyorsun ondan.

Açık söylüyorum, Türkiye’de her doğan çocuk, 50 yıl önceki kafayla doğuyor. Ana babasının kafası ile yani. Doğar doğmaz, ona ebeveynin kafası enjeksiyon ediliyor. Şunu da söyleyeyim size, o ana babanın kafa yapısı da, 50.000 yıl önceki kafa yapısı, biliyor musunuz? Öyle Ortaçağ, iki asır falan değil. 10.000 yılda değil. Gidin 50.000 yıl önceki insanların yaşadıkları mağaralara bakın. Yaptıkları düşünme biçimlerini, tarzlarını ortaya çıkarırsınız. Bizimkiyle aynıdır. 50.000 yıldır değişmemekle övünen bir kafa, muhafazakarlık adı altında. Değişmemek için bir şey yapmaya gerek yok ki, hiçbir şey yapmazsan değişmezsin, ama değişmen için mutlaka bir şey yapman lazım. Bu da zor iş tabi. İş çıkmasından hep kaçılıyor.

Şimdi bu ön bilgiden sonra, yavaş yavaş asıl konumuza geçebiliriz.

Bütün bu bilgileri, sistematik düşünmeyi ve felsefi disiplinleri uygulayarak ulaştığım sonuçlar şöyledir: Bütün din, hukuk, felsefe, eğitim, ahlak, siyaset ne için var? İnsana insanca yaşam sağlamak için. Ondan önce, hayvanı insanlaştırmak için varlardır. Ama bunlar, her dönemde insan tanımına paralel olarak gelişmiş ve değişmiştir. Filozoflar yapıyor bunu, insan tanımını geliştiriyor, her gün gelişiyor.

Bırak. 50.000, 10.000 yıl öncekini. Bir asır önce, hatta dünkü  insan tanımıyla bugünkü çok farklıdır. Sen şimdi 5.000 yıl önceki insan yapısıyla bugün demokrasi yapamazsın. 1.000 yıl önceki insan tanımıyla da bugün demokrasi yapamazsın.

Peki din ile demokrasi arasındaki belirgin fark nedir? Çünkü ikisi de en azından farklı kavramlardır. Aman tarihsel konjonktürü kaçırmayalım. Tarihsel konjonktürü vereceğim. Çok kötü, ama yani din ne zaman ortaya çıkmış, demokrasi ne zaman ortaya çıkmış, bir bakalım. Hangi dönemin ürünleridirler tarihsel olarak, oradan da gideceğiz. İnsanlığın hangi evresinin ürünüdürler, oradan da gideceğiz. İnsanın ve insanlığın hangi evresinin ürünüdürler? “Homo habilis” bebeklik mi, “homo erectus” ilk çocukluk mu? “Homo sapiens” son çocukluk mu? “Homo sapiens sapiens” olan ergenlik evresi mi? Yoksa “human” denilen tam insanlık evresinin mi?

“Din” denilen kavram ne zaman üretildi. Ona çok sonraları “din” denildi. Ona ilk başta, “ritüel” denilmişti. 50.000 sene önceki “Homo sapiens” olan somut tek akıllı insan, yani son çocukluk döneminde başlar. “Demokrasi”, insanın ve insanlığın “yetişkinlik (human)” evresi olan milattan önce son 1.000 yılda, hani Greklerde felsefenin çıkması ile başlar.

Arada ne kadar mesafe var? 50.000 yıl. 50.000 yıl öncesinde kalayım, ama demokrasi olsun, olmuyor. Neden olmuyor? Felsefenin görevi, neden ve nasıl sorularını sormak ve cevaplarını bulmaktır. Neden? Çok basit, çocukla demokrasi yapamazsın, yani ergenle de yapamazsın. Onu kanun bile adam yerine koymuyor. Çünkü onlar, insani düşünleriyle değil, doğal duygularıyla davranış gösterirler. Bakın insanlık, demokrasiyi 20 yaşında yetişkinlik evresine geldiğinde üretebilmiştir.

Peki nedir bunların özelliği? İnsanlığın bütün uğraşısı, hayvandan insan üretme uğraşısıdır. Bu biyolojik vücudumuz, birer animal hayvan varlıktır. Bu tamamen doğal animal ihtiyaçlarını karşılayıp biyolojik varlığını sürdürmek üzerine kuruludur. Bu yapı, insani dediğimiz yapının tamamen zıddıdır. “Antimadde”dir yani.

Yani insani yapı, doğal vücudun tamamen zıddıdır. Biz; kötü, suç, ayıp, günah dediğimiz şeylerin hepsi, bu doğal vücuda göre normal şeylerdir, ama insaniliğe göre anormaldir. Şimdi ne oluyoruz? İnsansal ürün, Tanrısal ürüne karşı. Bu vücudu Tanrı verdiyse bize, insani ürünle tanrısal ürün karşı karşıya geliyor.

Siyaset bilimi kavramları olarak “demokrasi” ile “teokrasi” arasındaki temel fark nedir?

Demokraside “neden-sonuç” ilişkisi, olayın içindedir. Teokraside ise, olayın dışındadır. Sonucun nedeninin olayın içinde olduğunun bilincinde olmayan kişilerle demokrasi olmaz.

Teokraside, “bigayrihi” varlıksın, demokraside ise, “bizatihi” varlıksın. Ne demek bunlar? Bigayrihi, demek; başkası vasıtasıyla var olmaktır. Sen, kendin değilsin. Dış faktörle, dış dinamikle varsın. Yani dış güçcüsün. Dikkat edin bakın, teokratik düşünenler, siyasette hem oy verecekleri kişi konusunda hem de oy vermede, hep dış güçcü olurlar. İradesi kendisinde değildir. Demokrasi; halk vasıtasıyla iç güç yönetimidir. Teokrasi; Tanrı vasıtasıyla, dış güç yönetimidir.

Bizatihi varlık, kendi başına varlık olmaktır. İç güccüdür. Kendi iç dinamikleri ve iç faktörle vardır. İradesi, kendisindedir. İşte din, bütün dinler de öyledir. İnsanları dışgüçcü yaparlar.

İnsanların hep doğal duygularına hitap ederler. Temel doğal duygu; korku ve umuttur. Eğer sen, dinin o aşamasını son aşama olarak görürsen, başlangıç aşaması olarak görmezsen, sen hep orada kalacaksın. O zaman da demokrasi istemeyeceksin. İstesen dahi, demokrasiyi uygulayamazsın.

Demokratik düşünmeye sahip olmayan kişi, oy verirken başka, oy verdikten sonra başka şey ister. Çünkü oy verirken duygularıyla davranır. Oy verdikten sonra realite ile karşılaşır.

Aynı kişi, evlenirken eşinde başka şey arıyor, evlendikten sonra başka şey arıyor. Evlenirken “animallik”, evlendikten sonra “hümünallik” arıyor. Oy verirken başka şey arıyor. Oy verdikten sonra başka şey istiyor. Neden? İşte bu çelişki, doğallıkla insaniliğin çatışmasındandır. Demokrasi, insanlaşmış insan ister.

Eğer bir jeneratör gibi insaniliği devreye sokmazsan, senden sadır olacak her şey animal, hayvani doğal olacaktır. “Elektrik aldım, evleneceğim, elektrik alamadım evlenmeyeceğim,” diyerek evlenmek gibidir. Elektrik almakla evlilik olmaz. Çünkü elektrik, bir gün kesilecektir. Demokrasi ve evlilik doğal bir işlem değildir. İnsani bir işlemdir. Tamamen insani değerlendirmelerle karar verilecek bir iştir. Monarşi, doğal bir sistemdir. O nedenle monarşi, insanileşmişliği gerektirmez. O nedenle, insanileşmemiş insanlar, demokrasiyi hemen monarşiye döndürürler. Demokratik görünümlü monarşi olur, siyaset felsefesinde onun adı, “direktuvar” sistemidir.

Kerpiç malzeme ile plaza yapılamaz. Kerpiç kafa ile de plaza hayatı yaşanamaz. Dinsel-monarşist yapıyla demokrasi uygulanamaz. Nitekim Türkiye’nin demokratik kaplamalı siyasal sisteminde, “laik siyasal şeyhlik” egemendir.

Monarşi, bütün insanların insanca yaşamasının düşmanı bir sistemdir. İnsanlık, herkesin insanca yaşamasının sistemi olarak demokrasiyi bulmuştur. Dinlerin siyasal sistemi, monarşidir. Her şeyden önce dinler, monarşi sisteminin egemen olduğu devirlerde gelmişlerdir. Bu nedenle, onların siyasal tanımlaması monarşi ile yapılmıştır. Dinin türedisi olan “şeyhlik” sistemi de monarşidir. Monarşide, herkes bir kişiye hizmet eder. Demokraside ise herkes herkese hizmet eder.

Her şeyin bir dışı, bir de içi vardır. Dış şartları ve iç şartları vardır.

Namaz dahi öyledir. Namazın 12 şartı vardır. Bunların 6 tanesi namazın içinde, 6 tanesi de dışındadır. Dışarıdaki şartlar araç, içeridekiler ise amaçtır. Araçlar amaç yapılırsa, amaç gerçekleşmeyecektir. Her şeyde “biçim” değil, “içerik” önemlidir. Fenomen (görüngü) değil, numen (öz) önemlidir. Bir meyve veya sebzenin biçimi değil, içindeki öz olan mineral ve magnezyum gibi içerikleri önemlidir. Görüngü, öz için vardır, öz, görüngü için var değildir.

Direktuvar Sistemi

Demokrasi de öyledir. Seçim yapmak, demokrasinin dış şartıdır, araçtır. Çağdaş insan haklarına ve demokrasinin şartlarına göre yönetmek, demokrasinin iç şartıdır, amacıdır. İç şartlarını içermeyen demokrasi, “demokrasi görünümlü monarşi”dir. “Direktuvar” sistemidir.

Demokratik olmaya en anlamlı örnek olarak şu hadise verilebilir: II. Dünya Savaşında, 70 milyon insanın ölümüne sebep olan Hitler’i durduran İngiltere başbakanı W. Churchill olmuştur. O, savaşta demokratik olmayan çok çeşitli yöntemler kullanabilecek iken, kendisini tarihin, “demokratik olmamakla” mahkum etmesinden çekinmiştir.

Demokrasi, halkın yönetimidir. Bu, boşuna böyle tanımlanmamıştır. Sadece seçimlerde oy kullanmaktan ibaret değildir. Demokrasi; sivil toplum örgütü ve baskı grubu görevi vermiştir halka. Halk, iktidar süresinde iktidarı teyakkuzda gözetlemek zorundadır. Hakkının ve ülkenin haksızca yenilmesini önlemek zorundadır. Hak yenildikten sonra, seçimde iktidarı göndermek, demokrasi değildir. Hakkın yenildikten sonra, iktidardan göndermen, senin hakkını geri getirmiyor.

Araç ve Amaç

Araçları, amaçlardan ayrıştırmak gerekir. Araçları amaç yapmamak gerekir. Bu durumda, amaç kayması ve sapması söz konusu olur. Araçlar, amaçları gerçekleştirmek için varlardır. Amacı gerçekleştirmeyen hiçbir aracın önemi yoktur. Dinde de öyledir. Din, ibadetleri, tanrı ile bağ kurma amacını gerçekleştiren araçlar (nusûk) olarak görür. Amacı doğurmayan ibadetlerin Allah tarafından kabul edilmediklerini söyler.

Din; formatif ve normatif, yani “biçimsel” ve “içeriksel” olarak da demokrasiye uymaz. Her şeyden önce, dinde, iktidara seçimle gelinmez. İnsanların oy hakkı yoktur. Bütün dinlerde, tanrı tarafından atanan peygamberlerle iktidara gelinir, seçimle değil. İktidarda kanun yapıcılık, tanrının ve onun vesayetindeki peygamberin yetkisindedir. “Şura” sistemi, danışmanlık sistemidir, kanunları “oylama” sistemi değildir. Monarşi, doğadaki sistemdir.

Demokrasi, insani sistemdir. İnsanlık, doğal olan her şeyin tam zıddını üretmek istiyor. İnsan olabilmek için doğalın tam zıddı olmak zorunluluğu vardır. Demokrasinin zıddı, monarşidir. Doğa bilimini insanlık niçin yapar? Doğal sistemi tanıyıp onun zıddını yapmak için. Mesela; insanlık, doğal molekülü çalışır. Doğal molekülü, yapay molekül icat etmek için. Doğal beyni çalışır, yapay bilgisayar yapmak için. Neden doğalın tam zıddını istiyor insanlık? Hedefi çok büyük; bir kere ölümsüzlüğü bulmak, istiyor. Doğal olan şey bozulcul ve ölümcüldür. Doğal şeyle, insanilik olmuyor. Tıpkı doğal duygularla insanca davranış yapılamadığı gibidir.

İnsanlık, biyolojik insan olmaktan çıkıp kendi ürünü teknolojik insan üretmek istiyor. Nedir o teknolojik insan? İnsanın ürünü, teknolojik malzemedir. Tanrının malzemesi, jeolojik ve biyolojik malzemedir. Doğal malzeme ile uçak yapamıyor, toprakla uçak yapamıyor. O zaman ne yapıyor? Onu dönüştürüyor kendisine. Madenleri de kendi malzemesine dönüştürüyor. Bilim, öyle yapıyor insanı da, böyle teknolojik yapacağım, diyor. Şimdi o aşamaya geldi insanlık.

İnsandaki duyguları yöneten aygıt, beyindeki “amigdala”dır. Bunu kim ve nasıl buldu? Nöroloji biliminin teorisyenleri ile filozoflar, araştırma ve sorgulama ile buldular. Mesela; bu GDO gibi işleri, insanlara beslenme veya sağlık sağlamak için yapıyor sanıyoruz. Hayır hedefine ulaşmak için yapıyor. İşte bundan sonra var olmak isteyen kişi ve toplumlar, insanlığın hedefini iyi öğrenmeleri gerekir.

Onun hedefi; kendi insanını, kendi dünyasını ve kendi evrenini kendisinin malzemesi ve sistemiyle üretmektir.

Ürettiği bilgiyi ve uygulamayı insanın yediği meyve ve sebzede test ediyor. Sonra insana uygulayacak. Amigdala’ya ufacık bir dokunuşla duyguları değiştirecektir. Ondan sonra, hayvani kötü şey aklına gelemeyecek insanın. Bunu, binlerce yıl; işte Tanrı, ahlak, hukuk, kanun, örflerle yapmaya çalıştı, başaramadı. Yani animal vücudu insana dönüştüremedi. Ama uygulamada insaniliği başardı, ileri ülkelerin başarısında görüldüğü gibi.

Şimdi bakın, doğal olan ulaşım aracı ayak idi, değil mi? Onu kaldırdı. Doğal olan iletişim aracı sesi, kaldırdı, onu cihazlarla yapıyor.

Neden “Aydınlanma” demiş? Bakın felsefe böyle bir şey, neden Aydınlanma çağı demiş? İnsanlık, baktı ki doğanın temeli karanlıktır. Karanlık, küçük fotonlar gibi geçici şeyler olmasa, aydınlık olmuyor. Onlar yok olunca aydınlık yok oluyor. “Doğanın temeli karanlıksa, benim temelim de aydınlık olacak, dedi. Eğer doğanın temeli, aydınlık olsaydı, insanlık, kendi işine “karanlık” diyecekti. Yani her şeyde doğalın zıddını yapmak istiyor.

Siyasal kaderi ele alalım:

Kader, genel olarak; kişisel ve konjonktüreldir. Mesela; monarşist sistemde, yönetici kendisi iktidara gelir. Onun zalim ve tiran olması, yönetilenlerin kaderi olabilir. Yönetilenlerin, yöneticiyi değiştirme yetkisi yoktur. Zulmü nedeniyle, o, “Allah hakkından gelsin,” şeklinde Allah’a havale edilebilir.

Ama demokratik sistemde, yöneticiyi iktidara getirmek, yönetilenlerin otorite alanı (sphere of authority) içerisindedir. Yöneticinin, yönetilenlere zulüm etmesi, kader olamaz. O nedenle, yönetici, Allah’a havale edilemez. Eğer demokratik sistemde, hala yöneticinin yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik ve zulüm yapmasından şikayet ediliyorsa, orada demokrasi yok demektir. Halk, demokratik değildir, demektir. Çünkü yönetici seçiminde bireylerin “oy” hakkı vardır. Sivil toplum örgütü ve demokratik baskı grubu, mahkemeler sayesinde kampanyalarla önleme hakkı vardır.

Zalim yöneticiyi mahkemeye vermek ve istifasını sağlayarak, halkın hakkını “haksızca” yemesini önlemek, halkın görevidir. Seçimde onu değiştirmeye bırakmamalıdır. Bu görevleri yapmayan halk, demokratikleşmemiştir ve onunla demokrasi olmaz. Zalim ve yolsuz yöneticiyi önlemeyen ve değiştirmeyen halk, aslında kendi zulmünü ve yolsuzluğunu onaylıyor ve meşrulaştırıyordur. Demokrasi sisteminde, yöneticilerin şikayet edilen yanlışlarının sorumlusu, oy kullanan seçmendir.

Filozoflar, 2500 yıllık uğraşı sonucunda, insanlara oy kullanma hakkını sağlamak amacıyla, işkenceler gördüler ve canlarını verdiler. Şimdi, bu oy hakkını, satan insanlarla demokrasi olmaz. Bu insanların üzerinde, filozofların ahı ve bedduası vardır. Bu insanlar, iflah olmazlar.

Seçimde oy verirken başka, oy verdikten sonra başka şey istemek çelişkidir. Bu çelişki, tıpkı, evlenirken animallık aramak, evlendikten sonra ise hümünallık beklemek gibidir. Evlilik, doğal değil, insani bir sistemdir. İnsani sistemlerde insani değerler aranır. Monarşi, doğal ve animal sistemdir. Demokrasi beşeri ve hümünal sistemdir. Ona göre davranılmalıdır.

Bunları neden söylüyorum?

Bakın, demokrasiye kadar üretilen siyasal sistemler, geçiş aşaması işleridir. Din de, öyledir. Din ile demokrasi bir arada olmaz. Çünkü din dış faktörle “bigayrihi” insan olmayı iyi sağlıyor. Demokrasi iç faktörle “bizatihi” insan olmayı, kendi kendini yönetebileceksin. Bir şeyi yapacağın zaman gideyim, Tanrı’ya sorayım, hocaya sorayım, şeyhe sorayım, diyorsan, sen müstakil beyine sahip değilsin ki. Müstakil olmayan beyinlerle demokrasi olmaz. Oy kullanılması demek, müstakil birey, beyin ve irade demektir.

Bakın, eğer öyle inanılıyorsa, dersimiz din dersi olmadığı için öyle söylüyorum. Beyinleri Tanrı yarattıysa, Tanrı, bir tane “beyin verici kulesi” yaratıp da, git oraya; kablolu, kablosuz, wifi ile bağlan, dememiş değil mi? İsraf dememiş, her vücuda müstakil beyin vermiş. Sen beynini kullanmayı zor gör. Bir de, mükafat almak için git başkasına irade ipoteklemesi yap, başkasının algısıyla tanrıyı tanımaya çalış. Yarın sana Tanrı, beni nasıl biliyordun? diye sorduğunda, evet falanca hocadan, şeyhten öyle duydum: Yani nereden biliyorsun o hocanın, o şeyhin Tanrı algısının doğru olduğunu hiç irdeledin mi? Yok!

Bakın, bugün nöroloji bilimi sayesinde, Tanrı yarattı dediğimiz beynin özelliklerinden biri ne biliyor musunuz? Hiçbir iki beyin aynı algıyı üretemez. Hiçbir aynı beyin bile, iki ayrı anda aynı algıyı üretmiyor. Böyle bir sistem var. Bunlara ne gerek var, işte ülkede uydur kaydırla zaten geçiniyor, zengin oluyoruz. Bunun sonuna gelindi beyler! Ben size söyleyeyim, eski kafasızlıkla geçimin sonuna gelinmiştir. Bundan sonra, sistematik düşünme icatları ile hayat dönüyor. Biz orada yokuz. O kafa da bizde yok. Ben çok basit soru soruyorum. Cevabı da, çok basit, ama yapması çok zordur.  “Artık geçimin, kafasal icatlarla yapıldığı çağımızda ve bundan sonra, bu ülke; nereden, ne kadar ve nasıl para kazanacak?”

Bu ülke, kaç yıldır para kazanamıyor biliyor musunuz? 1699 Karlofça ile savaş kazanamaz hale geldiğinden beri. Yani 300 yıldır. O zamana kadar, savaş kazanarak ganimet ve para kazanıyordu. Artık kazanamaz hale geldi. İç borç, dış borç halen devam ediyor. Allah’tan atalarımız bu ülkeyi fethetti. Bu toprakları satarak, yani kendi vücudumuzu yiyerek geçiniyoruz, o da bitti.

Bundan sonra Türkiye nereden ne kadar ve nasıl para kazanacak? Para kazanmanın oturulduğu yerde sistematik düşünme ile yapılan icatlarla kazanıldığı bir çağda, Türkiye ne yapacak? Bunları çözmeden, ne din olur ne de demokrasi.

Hominizasyon

İnsanlaştırma ki, felsefe, ona “hominizasyon” işlemi diyor. Bu işlemden geçmemiş insandan ne medeni, ne dindar, ne demokrat, ne insan hakları, ne insan, olur, hiçbir şey olmaz.

Peki var mı böyle insanlaştırma eğitimi ülkemizde? Ben görmüyorum. Benim önüme her dönem yeni nesil geliyor, öğrenci olarak. Ana, ilk, orta ve liseyi görüyorum onlardan. Demin dediğim gibi, toplumun üç katmanına düşünme öğretimi kitabını yazdım. Ben de bu konuları pek bilmiyordum, çünkü eğitim sistemimizde öğretilmedi bana.

İnsanlaştırma eğitimiyle içselleştirilmeyen sistemleri uygulamak imkansızdır. Öğretim değil, eğitim yani terbiyeden, insanı işlemekten söz ediyorum. Öğretim, bilgi vermekle olur. Eğitim uygulama yapmakla olur. Öğretimle cerrah olunamaz, çünkü cerrahlık teorinin yanında pratisyenliktir. Pratik uygulama yaptırılmaksızın cerrah olunamaz. Şimdi, evlilik eğitiminden geçmeden evleniyoruz. Çocuk eğitimi almadan çocuk sahibi oluyoruz. Yani hiçbirini içselleştirmiyoruz.

Aynı şekilde, din öğretimi değil de din eğitimi almaksızın dindar olunamaz. Aynı şekilde, demokrasi eğitimi almadan demokrasi uygulanamaz. Yani insani şeyler, ancak insanlaşmakla uygulanabilir.

İnsanlaşmak demek; doğal animal, içgüdüsel, dürtüsel, hormonal duygularla hareket etmemek demektir. Yapılacak işin bilgisi üzerinde düşünerek ve bu bilgiler uygulanarak davranmaktır. Bunu yapabilmek için, hemen hareket etmeyip, önce düşünüp sonra davranmak gerekir. Yani atalarımızın deyimiyle, “Önce düşün, sonra taşın, taşındıktan sonra düşünme derin, derin.” Tabi bunlar zor işler. Kolaycı insanların yapacakları işler değildir. Şunu bilelim ki, kolaycılık animallıktır. Bütün canlılar kolaycılığı sever, kendisine iş çıkmasını sevmez. Ama “animallıkla, hümünallik yaşanamaz.” İşte bunun sonucu olarak her gün her şeyden şikayet ettiğimiz durumlar ortadadır.

Fakat dediğim gibi, bu işin asıl çocuk boyutunun eksik olduğunu gördüm. Bilgi felsefesi dersinde, bunları ana hatlarıyla okutuyordum. İçine girince, tamamen farklı düşünme biçimi olduğunu gördüm.

İnanır mısınız? 20. yaşına kadar bir insan beyni, en az 20 çeşit düşünme biçimi evresinden geçiyor. Yani kendiliğinden geçiyor ve biz, bunların hiçbirini yapmadan bu yaşlara geliyoruz. Hatta profesör oluyoruz. Yani düşünmeyi öğrenmeden toplumun “kafa katmanı” oluyoruz.

Ondan sonra, efendim akademisyenler, görevlerini yapmıyorlar, diye sızlanıyoruz. Hayır, yapamıyor, yapamıyor, yapamıyor, çünkü düşünmeyi bilmiyor. Siz, fizik profesörüne, fizik düşünme becerisini sağlamadığınız sürece, ondan fizik icadı bekleyemezsiniz.

Şimdi tabii, dinin bir özelliği daha var. Dinde her şey tekçidir, monisttir, demokraside çoklucudur, plüralisttir. Tabii demokrasi olabilmesi için demokrasi ile beraber üretilen diğer sosyal icatları da bilmek lazım. Onlar; insan hakları, laiklik, çoğulculuk. Bunlar olmadan demokrasi olmaz. Boşuna uğraşılır.

Dinler; din endeksli ve merkezli, tekçiliğe odaklanmadır. Tek din, tek mezhep üzerine kurulu bir devlette demokrasi olmaz. Tek etniklik üzerine kurulu da olmaz. Ulus kavramı olmadan demokrasi olmaz. Ulus; bir ülken sınırları içerisinde yaşayanların; etnik, dinsel, mezhepsel, sosyal ve ekonomik, ideolojik gibi sınıfsal ayırım yapılmaksızın herkesin eşit vatandaş olmasıdır. Ulus, laiklik gibi, nötrlüktür.

Dinlerle demokrasi arasında şöyle bir psikolojik fark vardır:

Dinlerin kuruluşları, iktidarı ele geçirmek isteyen muhalefet hareketi ile olmuştur.

Din muhalefet, demokrasi iktidar için vardır.

Dinler, iktidarı ele geçirmede çok iyi muhalefet hareketleridirler. Ama iktidara geldiklerinde biterler. Çünkü yönettiklerine verebilecekleri hiçbir şey üretemezler.

Demokrasi ise, iktidarı ele geçirmede halkı ikna etmek için iyi bir muhalefet sistemi değildir. Ama iktidara gelince yönettiklerine çok şey verme sistemidir.

Çok tanrılı (politeist) dinlerde “siyasal güçler ayrılığı” vardır. Demokrasiye uyumludur.

Tek tanrılı (monoteist) dinlerde, “güçler ayrılığı” yoktur. Tek tanrının şahsında, “tek adam” ve “güçler birliği” yönetimi vardır. Demokrasiye uyumsuzdur.

İnsanlığın çocukluk evresini teokrasi, yetişkinlik aşamasını ise demokrasi ifade eder.

Teokrasi, insanlığın çocukluk evresi, demokrasi ise yetişkinlik evresi ürünüdür.

Dinlerde halk, liderden korkar.

Demokraside lider, halktan korkar.

Dinsel düşünme, tümden, demokrasiye aykırıdır. Gerek sahte kaderci anlayış, gerekse devlet başkanının devletle özdeşleştirilmesi gibi karakteri, demokrasinin tam zıddıdır.

Dinsel düşünme; basit ve “kişisel çıkara” yönelik tek boyutlu somut düşünmedir. Çağımızın demokrasi gibi, karmaşık ve başkasının yararına çok boyutlu soyut düşünme gerektiren sistemlerin üstesinden gelemiyor. Beyni parçasal kullandığı ve bütüncül kullanamadığı için karmaşık ve çok boyutlu organizasyonlar yapamıyor. Bu düşünme çeşitlerini, özellikle “merdivenaltı” din anlatıcılarında görmek mümkündür.

Şu noktayı netleştirmem gerekiyor:

Dinsel düşünme, sadece dinsel kişileri ifade etmez. Çağımıza kadar ki düşünmeyi ifade eder. Geçmişin düşünüş biçiminde kalmışlığı ifade eder.

Yani her alandaki dogmatik olanı ve sistemsiz düşünen kişiyi içerir. Çağımızın “akılcı ve bilimsel” düşünmeyi, savunsa da, onu öğrenip sistematik uygulamayan kişiyi de içerir.

Devlet başkanının yolsuzluklarından sürekli şikayet edip, bunları önleyemeyen toplumla demokrasi olmaz. Yargılanıp ceza alması değil, yolsuzluk yapmasını önlemesi gerekir. Sadece seçimde oy kullanarak iktidarı değiştirmek değil, iktidarda iken dahi gerek baskı grubu fonksiyonuyla, gerekse mahkemeye vermekle önlemelidir. Bu hakkı vardır toplumun demokraside. Devlet başkanının ahlakına, merhametine, inisiyatifine ve Tanrı’nın cezalandırmasına bırakıyorsa, orada “dinsel düşünme” vardır ve demokrasi olmaz.

Teokrasi ve demokrasi, insanlığın geçirdiği birbirinden tamamen farklı iki düşünme evresinin ürünüdür. Teokrasi fiziksel, demokrasi zihinsel eylemdir. Teokrasiyi tanrının vahyinin, demokrasiyi ise insan aklının ürünü görüp, vahiy ile aklı birbirinin zıddı görmek, vahyi, akılsızlık olarak nitelemek olur.

Dinsel ve Demokratik Düşünme

Dinsel düşünme varken demokrasi olmuyor. Bunun antropolojik ve psikolojik bilimsel şöyle nedenleri vardır:

Dinsel düşünme, günümüzden on bin civarında yıl önce icat edilmiştir. Bu evre, insanlığın çocukluk evresinde tekabül ediyor. Demokrasi ise, insanın yetişkinlik evresinin ürünüdür. İnsanlık, yetişkinlik evresinde felsefi ve bilimsel düşünmeyi icat etmiştir. Yetişkinlik evresi, insanın 20. yaşına insanlığın milattan önceki son bin yılına karşılık geliyor. Onunla birlikte demokrasi sistemini üretmeye başlamıştır.

Bu iki düşünme biçimi arasındaki temel farklar şunlardır:

Dinsel düşünmede, kişinin iradesi yoktur. İrade, bir dış faktöre devredilmiştir. Tıpkı çocuk gibi, gerçeği hayalden ayrıştıramaz. Bu nedenle, soyut şeyleri somut şeylerden ayrıştıramaz. Soyut bir iş olan insanın günah işlemesini; biyolojik, jeolojik, meteorolojik ve kozmolojik felaketlerin nedeni görür. Mesela; hatta günahsız bebekleri ve insanları öldüren deprem ve sel gibi felaketlerin nedeni olarak, insanların işledikleri içki içmek ve zina yapmak gibi günahları satar. Yöneticilerin ve kendisinin kusuru olarak görmez. İnsan zihninin ürünü soyut şeyler, doğa ürünü somut olayları nasıl etkiler? Düşünemiyor! Beyninde “diferansiyel” oluşmamış, ayrıştıramıyor. Ne yapsın ki! Öğretilmemiş.

Bu işlemde, mantık ilkelerine göre, “yanlış bağdaştırma” söz konusudur ve buna mantıkta saçma denilir. Bunun avam tabaka tarafından kullanılması o kadar sorun değildir. Ama asıl sorun, bunun bir ülkede kolektif düzeyde kullanılmasıdır.

Ya da “kader” kurumunu kullanırlar. Halkını sömürmek, iç çıkmasından kaçınmak, yapması gereken bir işi yapmadığından doğan “görev ihmalinin doğurduğu “zarara” “bahane” ve “meşruiyet” için kullanırlar. Kaderin tanımı ve sınırları, dinde dahi belli değildir.

 

Dünyadaki emlakçılık için sertifika aranan bir çağda, ahret emlakçılığı için neden sertifika istenmez?

Bu gibi organizasyonların, bu malzemeye uygun halk kesimini iğfal etmeleri devlet tarafından önlenmelidir. Devlet; vatandaşı korumak için vardır. Bu görevini yapamayan devlet; “de jure” ve nominal olarak vardır, ama “de facto” ve reel olarak yoktur.

Eğer iktidarda laik kişiler varsa, yöneticilerin içki içmek gibi günahlarına bağlar sebebi. Yönetimde, kendisinden olan ve haksız kazançla ülkeyi yemelerini sağlayan dinsel kişiler varsa, suçu onlara yüklemez. Suçu, milletin, kendi müritleri olmayan mesela; kürtaj yapanlara atar. Yani asıl doğal sebebi ile meşgul olmaz. Yani dünyada her gün milyarlarca cinsel ilişki yapılıyor. Ne dünya ne de uzay etkileniyor. Bu ilişkinin adı, insanlığın ihtilaflı tanımlamasına göre “zina” olunca neden ve nasıl etkili olur acaba? Üstelik Müslümanların tanımına göre “zina” olan ilişkinin her gün milyarlarca vuku bulduğu ülkelerde neden doğal felaket olmuyor acaba? Özellikle geçmişte çok sayıda bebek, doğumda ölüyordu. Yine ne uzay ne de dünya etkileniyordu. Adı, insanlığın koyduğu ve belirlediği kurallar nedeniyle “kürtaj” olunca neden etkilensin ki?

Günahlar, sosyolojik meselelerdir. Sosyolojik günahlar, olsa olsa sosyolojik felaket doğurabilirler; biyolojik, meteorolojik, kozmolojik veya jeolojik afet doğurmazlar. İşte bunları birbirinden ayrıştıramayan ve doğru akıl yürütemeyen beyinlere sahip insanlarla demokrasi olmaz. Soyut dış faktörlerin içsel somut sonuçlar doğurduğuna inanmak gibi arkaik düşünme ile modern düşünmenin ürünü olan demokrasi olmaz. Aslında sorun; dinsel olmak veya olmamakla değil, çağdışı ve çağdaş olmakla ilgilidir.

Aslında günah ve doğal afet ilişkisi, günümüzden beş bin yıl önceki düşünüş biçimidir. En çok bilinen “Hz. Yunus Kıssası”nı ele alalım: Bu kıssa, Yahudilerin ürettiği mitolojik dini hikayelerden bir tanesidir. Yahudiler, bu hikayeleri, toplumunu aktif tutmak ve görevlerini yapmalarını sağlamak için eğitici amaçla üretmişlerdi. O hikaye şöyledir: Tanrı Yahova, Yunus’a, Ninova şehrinin halkına tebliğ yapması için görev verir. Yunus, bu görevden kaçar ve başka şehre gitmek için bir gemiye biner. Gemi hareket edince, büyük bir fırtına kopar. Kaptan, günahkar kişiyi bulmak için yolcuları teker teker sorguya çeker. Yunus, durumunu anlatınca, günahkarın o olduğu anlaşılır ve hemen gemiden denize atılır. Fırtına hemen durur. Böyle düşüncenin olduğu insanlarla demokrasi olur mu? Kendimizi kandırmayalım. Önce toplumun hard diskinin bitini, kilobitten, terabite çıkarmak gerekir. İnsanlık, şimdi bunları da aşı ve “exabit”e çıktı.

Dinsel düşünme; sistemsiz ve “bulanık ve puslu (fuzzy) mantık”tır. Doğru akıl yürütemez. Ama çıkara yönelik pratik amaçlar için kullanışlı olabilir.

Demokrasi, “net ve berrak mantık” gerektirir. Bu nedenle, beyinlere “sistematik düşünme” formatı çekmek şarttır.

Bir halk düşünün ki, herkes ve her gün, yöneticilerin yolsuzluklarından ve ahlaksızlıklarından şikayeti ayyuka çıkıyor, ama hiçbir şeyi değiştiremiyor. Böyle halkla demokrasi olmaz.

Demokrasi, düşünüş biçimiyle demokratikleşmiş halk gerektirir. Demokratik halkın nasıl olacağını herkes, öğrenmelidir.

Ümmetçilik; etnik ayırım yapmaz, ama dinsel ayırım yapar. Bu nedenle, dinsel ırkçıdır, tekçidir. Çünkü tek din ve tek mezhep üzerine kuruludur. Ama ulusçuluk, çoğulcudur.

Aslında çoğulculuk, çoğunlukçuluk değildir. Yani çoğulculuk; kimsenin etnisitesine, dinine, mezhebine, ideolojisine, cinsiyetine, sosyal siyasal, ekonomik, ideolojik sınıfına bakmaz. Çoğunluğun değil, her bireyin bireysel haklarını gözetir.

Laiklik; din ve devlet işlerinin ayrılması gibi, çok basit ve yüzeysel siyasal bir sistem değildir. Bir kavram ve paradigma ürününü üreten düşünme biçimi önemlidir. Laiklik, her şeyden önce, bir düşünme biçimidir. Bütün ürünleri, bu düşünme biçiminin ürünleridir. Laik düşünmeyi, insanlığın 20. yaşında girdiği yetişkinlik evresinde yapabildiği “felsefi düşünme” yani, “akılcı ve bilimsel düşünme” biçimi üretmiştir. Her şeyden önce bu düşünme; tarafsız, bağımsız, nötr ve objektif düşünme biçimidir. Dolayısıyla, laikliğin mahiyetini anlamak için önce, bu düşünmenin ne olduğu ve nasıl bilgi ürettiğini bilmek gerekir. Bu tür düşünme ile beyni formatlanmamış insanlarla ve yöneticilerle demokrasi olmaz. Bu düşünme biçiminin testini geçen dini öğretiler de laiklikte kendilerine yer bulurlar.

Laikliğin, din ile, ne dostluk ne de düşmanlık diye bir konusu vardır. Dindarlık ve dinsizlik diye de bir konusu yoktur. Laiklik, ne dindarlıktır, ne de dinsizliktir. Sistematik düşünme ile objektif, olgusal, nesnel düşünmeyi yapıp ne çıkarsa onu almaktır.

Beyin bütüncül (unified brain) ve bölünmüş (split brain) olmak üzere iki türlü kullanılır. Dinsel düşünme, beyni bölünmüş kullanır. Bu nedenle, din merkezli ayrımcılık yapar. Ayrımcılık yapan kişi, beynini parçalı kullanıyordur. Ondan herkesi kapsayacak demokratik yönetici olamaz. Çağımızda var olmak için parçalı beyin yetersizdir. Çağımızın sistemlerini uygulayabilmek için beyni bütüncül kullanmak şarttır.

Demokrasi ise beyni “bütüncül” kullanır. Bu nedenle, ülkede yaşayan herkesi kapsayıcı olur. Şimdi, bütüncül olan; demokrasi, laiklik ve ulus kavramları birlikte giderler.

Laik demokrasilerde, insan haklarının egemen olduğu sistemlerde, “kamusal ortak alanı” bir dinin, bir mezhebin, etnisitenin, ideolojinin zihniyetiyle dizayn edemezsin. Apartmanlarda ortak alan var, değil mi? 15 daire var diyelim. Oradaki bir dairenin zihniyetiyle orayı dizayn edemezsin, onu oraya egemen kılamazsın, değil mi? Yasaktır, suçtur. Aynı zihniyetin kanunlarının gereğidir bunlar. Peki ülkenin “kamusal ortak alanını” nasıl böyle tekli dzayn ediyorsun? Ve demokrasi ve laiklik var diyorsun. Çelişkiye bakın! Bu durum da, tekçi dinsel ya da etnik düşünmeden kaynaklanır ve çoğulcu demokrasiye aykırıdır. Apartmanda yasakladığı şeyi, kamusal ortak alanda serbest yapıyor. Yukarıda çarpık beyin, demiştik, işte onun sonucudur bu.

“Dindar olmak ayrı, dinsel düşünme ayrı şeylerdir.

Bu çağda, bundan sonra ve her zaman dindar olunabilir. Dindarlık; düzenliliktir, disiplinliliktir, sistemliliktir, temizliktir. Bunlara her zaman ihtiyaç olacaktır. Ama dinsel düşünme, çağımızda sona ermiştir. Artık “akılcı ve bilimsel düşünme” vardır. Bundan sonra, ancak bu düşünme biçimi ile dindar olunabilir.

Dinsel düşünen kişi, “akıl”la değil “ağız”la çalışır, “akıl”la değil “kıl” ile meşgul olur.

  1. yaşına kadar çocuğa “soyut düşünme” yaptırmaya çalışırsan, beyin nörolojik olarak çarpık oluşuyor. Bu çarpık beyinden hiçbir alanda düzgün ürün beklenemez.

Şimdi bakın, şeriat hukukunda cezalar, bedene ya da vücuda uygulanır değil mi? Ama bugünkü hukuk sisteminde “vücut dokunulmazlığı”, “vücut bütünlüğünü bozma” diye suç var değil mi? Yani vücuda bir fiske vurmak, hatta dokunmak dahi suçtur. Buna göre dinlerin bütün cezaları bugün birer suç oluyor, peki ne yapacağız? Peki nasıl yapacağız? Hangi tercih sizindir. Hangisini tercih ederseniz, beni ilgilendirmiyor.

Felsefenin bir görevi de, çelişkileri bulmaktır. Efendim ülkemiz çoğulcu değil. Çünkü şeriat hukuku yasaktır. Bu, bir çelişki olabilir. Peki sen, dinin bazı şeylerini edinmek için mücadele veriyorsun, kampanya yapıyorsun. Dine göre giyinmek istiyorum, diye kampanya yapıyorsun. Peki, “Ben, şeriata göre yargılanmak, cezalandırılmak istiyorum,” diye, hiç olmazsa bir dilekçe verdin mi? Nasıl olsa, gelmeyecek diye, şeriat istiyorsun.

Hani, dövüşen iki kişiyi tutuyorlar kavgayı sonlandırmak için. Onlardan biri, dayak yemeyeceği için bağırıyor, “tutmayın beni” diye. Yumruk gelmeyecek yere yumruk sallamaktır bu. Samimi olacağız beyler!

Mevcut kolektif zihniyet değişmediği ve çağdaşlaşmadığı takdirde, bundan sonra var olma şansı yoktur. Sordum ne ile geçinecek, nereden para kazanacak bu ülke? İşsizlik nedeniyle yandım anam çığlıkları, ayyuka çıkacak. Biz hiçbir gelişmeyi okuyamadık ki. Sanayi devriminde motorun ne anlama geldiğini okuyamadık. Şimdi yazılımın ne olduğunu okuyamadık anlayamadık ki.

Yazılım sayesinde işler, otomasyon cihazlara geçiyor. İnsan, fiziksel olarak devre dışı kalıyor her sektörde, insana ihtiyaç yok oluyor artık. İnsanlığın kafa katmanı, bunlarla meşgul, ilgileniyor. Şu soruyu soruyor: Bundan sonra insan dünyaya niçin gelecek? Bu kadar insana ne gerek var? Ayıklayacak, üzülerek söylüyorum. Ben her gün insanlığın kafa katmanında dolaşıyorum. İnsanlığın kafa katmanı teorik bilim adamları ve filozoflardır. İnsanlığın önümüzdeki yıllarda ne yapacağını görebiliyoruz. Onların ne yapacaklarını, felsefi teorik metni okumasını bilirsen, ne arayacağını bilirsen, bulursun. Ben size söyleyeyim. İlk ayıklanacak kesim Müslüman dünyadır. Benim tespit ettiğim budur.

Müslümanların, insanlığın hedefine hiçbir katkıları olmadığı gibi, ona tehdit oluşturuyorlar. Fırsat geçerse ellerine, insanlığı kendi seviyelerine indirecekler, diye görülüyorlar. İnsanlık da, kendisine tehdit oluşturanları ayıklayacaktır!

Yine beynin özelliklerinden biri, beynin, geldiği bir aşamadan bir daha geri gittiği vaki olmadığıdır. Gazali, Gazali derler. Zavallı adamı, Müslümanların düşünmemelerindeki suç keçisi olarak kullanırlar. Gazali olmasaydı, sanki bizimki düşünecekti, bir “tutmayın beni” bahanesi daha. Gazali, bir kere, felsefeyi dine uyguladı. Sorguladı. Felsefeyi dine uygulayınca dini gitti, ondan sonra yana yakıla dedi ki: Kardeşim eğer din istiyorsan, felsefe yapma! Felsefe yaparsan dinin gider. İkisi bir arada olmuyor, dedi. Ben, nöroloji ve epistemoloji disiplinlerinin tespit ettikleri bilimsel teknik gerçekle bakarak; Gazali’nin beyninin, önceki imanına dönmesinin mümkün olmadığı çıkarımını yapıyorum.

Yani o günkü geleneksel düzeydeki, hatta ilk çocukluk, 6 yaş çocuğunun din anlayışı gider. Bugün bilimin tespitinden öğrendiğim kadarıyla beyin, geldiği aşamadan bir daha geri gitmiyor. Gazali, felsefeyi uyguladıktan sonra bir daha o eski din algısına geri gitmemiştir. Bakın, dinsel düşünme ile dindarlığı birbirinden ayıracağız.

Müslümanların düşünme yapmasını Gazali önledi, deniliyor. Bu iddia, mantıken absürttür. Bir kere, Gazali, bir tek kişidir. Bir kişi, herkesi etkileyemez. O devirde dahi, düşünmeyi savunan çok daha fazla sayıda ilim adamı vardı. Hiç kimse onları dinlemedi. Peki, bugüne bakalım! Bugün Gazali’ye karşı olduklarını ve düşünme yapılması gerektiğini savunanlar, neden düşünme işlemi yapmıyorlar? Ortaya bir tane düşünme ürünü eser koymuyorlar? Hele de Atatürk, yüz yıl önce, düşünmenin önündeki bütün engelleri kaldırmış olmasına rağmen! Peki hiç olmazsa, Atatürk’ü savunanlar dahi, yüz yıldır neden yapmadılar, hala da yapmıyorlar? Neden düşünme ürünü bir tane eserleri yok? Atatürk’ün dediği gibi; “Hiçbir mazeret, başarının yerini tutmaz!” Atalarımızın dediği gibi; “Oynamasını bilmeyen gelin, yerim dar dermiş.”

Bilimin tespitine göre, insanlar, kendi yapılarına uygun buldukları şeyleri alırlar. Bizim toplumumuzun avam ve havas tabakasının yapısı, düşünme ile ilgilenmeyen bir yapıdır. Biz kolaycıyız, hazırcıyız. Biz, bize yeni iş çıkmasını sevmeyiz. Her şeyden önce, bu yapının değişmesi şarttır. Suçu başkasına atarak, kendimizi ve milletimizi kandırmayalım, sorumluluğumuzu örtbas etmeyelim. “Negatifliklerin ve yoklukların ağızla işportacılığını yaparak milletimizi ve ülkemizi sömürmeyelim!” Gerekeni yapalım! Deniz bitmiştir!

Başkalarının yaptıklarının ve yapmadıklarının dedikodusunu bırakalım. “Başkasıcı değil, kendisici olalım!” Kendimize bakalım!

 

Düşünme; fiziksel ve oral (ağız) değil, moral (zihinsel) iştir. Her işini fiziksel ve oral yapan kişi ve toplum, moral iş yapamaz. Bu ülkede herkes ağızla iş yapıyor. Ağızla hiçbir ürün üremez.

Dinin çağdaş tanımı var. 18. asra kadar zaten dünyada başka kavram yoktu. Her şey din ile ifade ediliyordu, ama ondan sonra görev dağılımı oldu. Bir sürü alanlar doğdu ve görev dağılımı oldu. Eğitim görevi eğitime, hukuk görevi hukuka dağıtıldı. Bütün görevler, dinin elinden çıktı. Bugün bu gelişmeler sonucunda dinin tanımı da değişti. Dünkü dinin tanımı her şeyi içerirken, bugünkü ise sadece “kişi ile tanrı arasındaki ilişki” olarak tanımlanmıştır. Zaten bu tanım, milattan önce 3. asırda Romalılar tarafından yapılmaya başlanmıştı. Din için, “religare” kelimesini icat ediyorlar. Bugün “din” anlamındaki “religion” oradan geliyor. “Bağlanmak” demektir. Bakın, bütün varlık bağ kurmakla gerçekleşiyor. Dindarlık, artık tanrı ile kişisel bağ kurmak olmuştur.

Her vücutta milyarlarca hücre vardır. Her hücre, “id” kişiliği nedeniyle, kendi başına önce varlığını sürdürür, ama sonra, “süperego” kişiliği sayesinde, milyarlarca hücre ile bağ kurarak vücudu meydana getirir. Dolaylı olarak bütün varlıklar, birbirleri ile manyetik alanlar sayesinde bağ kurarlar. “Bütün varlık, bağ kurmakla gerçekleşir.”

Şimdi Felsefe diyor ki; eğer sen tanrının varlığına inanıyorsan, onunla bağ kurmak zorundasın, var olman için, senin için yani, tanrı için değil. Tanrının senin bağ kurmana ihtiyacı olmaz. Eğer tanrının varlığına inanmıyorsan, öyle bir gereğin yok. Tanrı ile bağı fiziksel kuramazsın, yani kurarsan kur, bizi ilgilendirmez de, tanrı fiziksel bir varlık değildir.  Zihinsel, soyut bir varlıktır, onunla somut fiziksel bağ kurulamaz, diyor. Yani ağızla fiziksel zikir yaparak kurulamaz. Kendini kandırırsın bizi hiç kandıramazsın diyor. Onun için Tanrı ile de artık zihinsel bağ kurabilirsin. Zihinsel bağ, düşünmek ve anlamaktır.

Dinsel düşünme; sistemsiz, pragmatik, doğal duygulara hitap eden bir düşünmedir. Dış güdümlü, peşin hükümlü, şartlı düşünmedir. Sonculunu önceden ortaya koyuyorsun, sonra onu doğru çıkarmak için, halk tabiriyle, anan dinin ağlıyor, göbeğin çatlıyor. Doğru sonuç çıkmıyor. Çıkmaz, çünkü temel öncülün bilimsel ve felsefi değil. Ne bileyim tümden gelimle çalışırsın. Halbuki tümevarım metodu uygulamak gerekir. Bilimsel araştırmada, yol boyunca bulduğun bulgular, felsefi irdelemede edindiğin fikirler, seni hangi sonuca götürüyorsa onu almak zorundasın. Zorlama sonuç yok, zorunlu sonuç var.

Bir şey iddia ediyorsan, mantığın temel ilkesi olarak, onu ispat edecek ve sonuca zorunlu götürecek bir tane “yeter sebep” söyleyeceksin. Bir tane yeter sebep söyleyemiyorsan, yüzlerce söylersin, ama hepsi geçersizdir.

Neden bir tane yok? Mesela; tanrının varlığına bir tane “yeter sebep” gösterilemeyince, 12 delil gösteriliyor. Delil, felsefede aranmaz, bilimde aranır. Felsefede ne aranır? Mantıksal tutarlılık aranır. bilimde delil olandır. Öyle bir “yeter sebep” söyleyeceksin ki, iddiayı, sonucuna zorunlu götürecek. Yani bu konularla fazla meşgul olmak zaman ve enerji israfıdır. Boş uğraşıdır, çünkü sonuç alınamaz. Milletimize düşünmeyi öğretelim!

İnsanlık, tanrıyı henüz tanımlayamadı ki, onun üzerine bina yapsın. Dur bakalım kardeşim. Yani bin beş yüz yıl önceki, bugünkü, hatta bir milyon yıl sonraki insanlığın akıl çapı dahi, tanrının nihai düzeyi olamayacaktır. O nedenle, tanrıyı hakkıyla tanımlayamayacaktır. Kuran, müteaddit ayette bu durumu şöyle zikreder: “Biz, anlaşılsın diye Kuran’ı kolaylaştırdık.” Duhan, 58. Kuran, felsefi tabiriyle, “indirgemecilik (reductionizm)” uyguladığını söylüyor. Yani Kuran’daki tanrı tanımlaması dahil, bütün tanımlamalar, o günkü muhatap kitlenin algı düzeyine göre yapılmıştır. Allah’ın nihai düzeyine göre değil.

Hadi tanrının varlığına tartışmasız, zorunlu götürecek bir tane “yeter sebep” göster bakalım. Ayrıca, bu tanrının, senin dininin tanrısı olduğunu zorunlu ispat edecek bir başka “yeter sebep” daha göstermelisin. Bir tane yeterli isim gösteremeyince, tanrıya 99 isim vermek gibidir. Hepsi geçersizdir. Neden daha çok değil ki? Aslında bu isimler, isim değil, her biri bir fonksiyonu ifade eden sıfat-isimdir. Yani Tanrı’nın sadece 99 fonksiyonu, özelliği mi var? Bu konular, öyle basit, sistemsiz ve akılsız akıl yürütmelerle anlaşılabilecek konular değildir.

Yani bunları yapamıyorsan, bu konulara girme,  hele de Allah’ın varlığının tellallığını başkasına yapma! Sadece kendine yap! Çünkü sen Allah rızası için değil, kendi haksız çıkarın için yapıyorsundur. Önce, düşünmeyi öğren!

Felsefe Üniversitesi

Ben, dört yıldır “felsefe üniversitesi” kurulması kampanyası yapıyorum. Elin oğlunda, fen, sosyal ve teoloji alanlarının hepsinin felsefesi var. Müzik üniversitesi kuruluyor, kurulsun, itirazımız yok. Ama felsefesiz müzik de olmaz. Şarkı ve türkü, çalgı ve çengi olur sadece. Bunlara müzik denilmiyor.

Ama bir tane de felsefe üniversitesi olsun.  Bu üniversite, “postgraduate”, yani üniversite sonrası eğitim vermeli ve her alana, felsefecisini yetiştirmelidir. Bizde 200 civarında üniversite var. Her üniversitede 50 bölüm vardır. Her bölüme bir tane deseniz, 10.000 felsefeci yetiştirmek lazım.

Yetkililerden kimse oralı olmadı henüz. Neden? Çünkü toplum düşünsün istenmiyor. Ama düşünmemenin faturası ödenmeye başlandı. Ödemeyi hep beraber yapacağız.

İnsanlığın Hedefi

İnsanlığın hedefi, insanlığın yok olmasını önlemektir, yani ölümsüzlüğü bulmaktır. Ölümü, insanlığa yakıştıramıyor. Bunu şu anda bulamıyor. Ama bulabileceğine inanıyor. Bulabilmesi için bilimin sürekli ve daha çok gelişmesi gerekiyor. Çünkü hedefini ancak bilimle gerçekleştirebileceğini biliyor. Bilimin gelişebilmesi için insanlığın akıl çapının, uzay sürekli genişlediği gibi, genişlemesi gerekiyor. Akıl çapını sadece felsefe genişletebiliyor. Felsefeyi de akıl çapını genişletmek için yapıyor. O nedenle, felsefenin sürekli gelişmesi gerekiyor.

İnsanlık, önce şunu yapmak zorunda olduğunu biliyor: Dünyanın ve evrenin zemini yok. Her ikisi de her an alt üst olabilir ve insan yok olur. O nedenle, önce uzayda bir zemin yapmak istiyor. Doğa kanunlarının gücünün yetmediği bir zemin. O amaçla; yıldız, meteor ve asteroid gibi binlerce gök cisimlerini bir araya getirip kuvvetli bir çarpıştırma ile birbirine ekleyip devasa bir kara parçası yapacak.

İnsanlık, her geçen gün geliştirdiği sofistike teleskoplarla, dünyadan 15 milyar ışık yılı ötedeki gök cisimlerini boşuna izlemiyor. İçlerindeki malzemeyi boşuna analiz etmiyor.

İnsanlık, insanlığın kafa katmanında yer almayıp insanlığa katkısı olmayanları ayıklayacak.

İnsanlık ne ile biz ne ile meşgulüz!

İnsanlık, insanın insanla ve doğayla ilişkisini halletmiş, şimdi uzayla boğuşuyor. Biz hala ilk basamak olan, insanla ilişki konusunda patinaj yapıp duruyoruz. Yöneten-yönetilen ilişkisi olan demokrasi aşamasını halledemedik. Neyi halledeceğimizi sanıyoruz ki! Kerpiç kafa ile plaza çağında yaşanamaz. İşte depremler, işte seller sular, fırtınalar, işte trafik, işte terör gibi nedenlerle leblebi gibi iyi ölürüz. İyi yer, iyi içer, iyi ölür bir millet!

 

Ey millet! Bundan sonra var olmak istiyorsak, Aklımızı başımıza devşirelim! Eski, klasik ve geleneksel kafa ile buraya kadar! Bu kafa sona gelmiştir.

 

Çağdaş tehdit çok güçlüdür. Akıl ve bilim gücüdür bu. Mevcut kafa ile bundan sonra var olunamaz. Kafayı çağdaşlaştırmak zorundasın! Şu anda toplum, felsefenin “acephale” dediği, “başız” yaşıyor. Ya da milyonlarca vücut üzerinde elli bin yıl önceki bir kişinin kafası ile ortalıkta dolanıyor. Ne kadar korkutucu görüntü değil mi! Bu dış görüntü korkutucu ise kafanın içinin öyle olması daha korkunç değil midir?

Şunu bilelim ki; felsefe, bilimin gittiği yolu açan dozerdir. Bundan sonra, felsefe yoksa bilim yoktur. Bilim yoksa teknoloji yoktur. Teknoloji yoksa para da yoktur.

Ben size söyleyeyim; asıl beka sorunu bu düşünmemedir. Terör, hiçbir ülke için beka sorunu olamaz. Hiçbir en güçlü terör örgütü bile, en güçsüz devletten daha güçsüzdür. Yani bütün devletler, onun hakkından gelir, ülkeyi de toplumu da bölemez. Hele de, Türkiye Cumhuriyeti devletini hiçbir şey yapamaz. Ama düşünmeme nedeniyle, yok olacağız.

Ahir kelam olarak; kendimde şunu söylemek sorumluluğunu duyuyorum: Bundan sonra var olmak isteyen Türkiye, kişi ve toplumlar; birincisini Atatürk’ün yaptığı zihinsel devrimin ikincisini ülkemizde en kısa zamanda yapmak zorundadırlar. Asıl “beka” sorunu, kolektif “düşünmeme” sorunudur.

Avam katmanından havas katmanına kadar topluma, sistematik çağdaş düşünme öğretilmelidir. Bu düşünme öğrenilip yapılmadığı sürece, demokrasi ve diğer çağdaş sistemler, değerler ve normlar uygulanamaz. Uygulanmayınca, bu çağda ve bundan sonra yaşanamayacak ve var olunamayacaktır.

Toplumumuz, muhafazakar kalarak çağdaşlaşmak istiyor. Biz de, bunu başarmak istiyoruz. Onu muhafazakar-çağdaş düşünmeye sahip kılmak istiyoruz. Bunun nasıllığına dair örnek yazılarımızı, “ulusaldemokrasienstitusu.org” adlı web sayfamızda bulmak mümkündür.

Toplumsal ehemmiyeti olduğuna inandığım bu mesajlarımı toplumumuza iletmede bir başka ortam ürettiği için, Türk Demokrasi Vakfı Başkanı, Salih Uzun Beyefendiye, söyleşinin moderatörlüğünü yapan, Baki Mert Beyefendiye ve emeği geçen diğer zevatı muhtereme tebriklerimi sunuyorum.

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.