TANRI ÖLDÜ MESELESİ

 

 

TANRI ÖLDÜ MESELESİ

“İnsanlık, işten kaçmaktan kurtulup kendisine iş çıkması için Tanrıyı öldürmüştür.”

 

“Tanrının varlığını ve yokluğunu savunanlar aslında kendi düşünce yapılarını savunmaktadırlar.”

 

Felsefede “tanrının ölümü” konusu tartışılır. Fakat toplum olarak biz, her konuda yaptığımız gibi, bu konu toplumuzda magazin ve ideolojik ele alırız. Biz bu yazımızda bunun felsefi özü (numen)ünü kısaca irdeleyeceğiz. Şunu başından bilmek gerekir ki, çağdaş insanlık her fikri, kendisine iş çıkmasından kaçınmak için değil, bilakis mutlaka kendisine yapması gereken bir iş çıkarmak için üretiyordur. Mesela “Kıyamet” denen hadiseye Müslümanlar, lüks ve konforlu, hatta üst tabaka hayata, kendileri hiçbir şey yapmaksızın kolay ve hazır olarak ulaşmak amacıyla inanırlar. Fakat insanlık, kıyamete, kendisine bu dünyada çok büyük ve zor iş çıkması için inanır. Yani kıyamet vasıtasıyla, evrendeki bütün galaksileri birleştirip devasa kara parçası yapmak.

 

Tanrının Varlığı

Tanrı var mıdır yok mudur meselesi, sürekli tartışılan bir meseledir. Aslında tanrının varlığını da yokluğunu da savunmak kesin bilimsel bilgiye dayanmıyor. Sadece akıl yürütmeye dayanıyor. O nedenle iki savunucu da agnostiktir. Fakat neden bazı insanlar, tanrının var olduğunu fikir ve bilgi kullanarak savunurlar? Tanrıyı savunan, eğer filozof gibi tanrı konusunda derinlemesine felsefi perspektifle inceleyip fikirsel bulgular bulmamış ve zorunlu olarak bu sonuca ulaşmamış kişi ise, mutlaka kişisel çıkarı bulunduğundan onu sektör yapıp satmak için savunuyordur.

 

“Allah işportacılığı adı altında bir sektör üretilmiş, Allah’a inananlara Allah satılıyor.”

 

Rölativite

Öznel Tanımlama

Kişiden kişiye değişebilen göreceli tanımlamadır

Tanrı kavramı, bilgi ile değil iman ya da anlam ile kabul edilebilecek soyut bir varlıktır. Tanrı, insan tarafından tam olarak tanımlanamaz. Tanrının tasviri, kişilerin algı kalıplarına göre algılanıp tanımlanabilir. Algı kalıpları her devirde ve kişide farklı olacağından, herkesin tanrı algısının farklı olması dolayısıyla bu konuda rölativite kaçınılmazdır. O nedenle herkesin tanrı algısı, sadece kendisini bağlar ve hiç kimse, kendi tanrı algısını kesin ve nihai doğru olarak başkalarına empoze edemez. Ben burada bu konu ile ilgili Kuran’daki ayetlere girmeyeceğim. Ama Kuran’da, kendi tanrısı Allah ile ilgili ayetlere felsefi baktığımızda, bu sonculların çıktığını görüyorum. Elbette benim soncullarım sadece beni bağlar ve bunların başkaları tarafından kesin doğru olarak kabul edilmelerini isteyemem. Nitekim Kuran, Allah’ın varlığına sadece inanılmasını ve Onun detaylarının tartışılmamasını ister. Allah’ın gerçek mahiyetinin Ahırette bilinebileceğini söyler. Aslında bu düşünce Kelam ilminin de ana temasıdır.

 

Kutsal Kitapların tanrı tasviri de gerçek tanrıyı betimlemez. Çünkü Kutsal Kitaplar, geldikleri dönemdeki ve muhatap kitlenin akıl çapını ve algı düzeyini esas alarak Tanrıyı tasvir etmişlerdir. Çünkü öncelikle onların anlaması hedeflenmiştir. İnsan, algı kalıplarının her geçen gün gelişmesi nedeniyle, bir önceki tasvir, bir sonraki insana hitap etmez. Hele de bir milyon yıl sonraki insanın algı düzeyi dahi Tanrıyı gerçek tasvir etmeye yeterli olmayacaktır. Bugüne kadarki Tanrı tasvirleri, nihai tasvirler olarak kabul edilemez. O nedenle bir fikir ve bilgi Kutsal kitaplarda vardır diye kesin ve nihai doğru demek değildir. Bu kitaplar, bir son değil, bir kurucu başlangıç düzeyleridir. Hele de Tanrının nihai düzeyi olamazlar. Bu kitapların böyle nihai olma iddiaları yoktur.

 

Aslında Tanrı’nın mahiyetini, Onun yarattığı doğal akıl, bize tasvir etmeliydi. Çünkü yaratıcısını en iyi bilebilecek olan akıl odur. Doğal akıl bu tasviri yapamayınca, insan insanın ürettiği beşeri akılla Tanrıyı tasvir etmeye çalışıyor. Bu durumda ise binlerce tanrı tasviri ortaya çıkmaktadır. Her biri, gerçek tanrı tasviri olmama ihtimalini içinde barındırır.

 

Tanrının Ölümü

“Tanrının ölümü” söylemi, felsefenin çıkışından itibaren tartışılır. Fakat bu konu sıradan insanları da ilgilendiriyor. Felsefede bu tartışma şüphesiz çok felsefidir ve insanlığın bu evrende gerçekleştirmek istediği hedefine endekslidir. Felsefe, Tanrının ne varlığını ne de yokluğunu savunmak için tartışır. Tartışması, sadece her dönemdeki gelişmiş haliyle sistematik beşeri akılla yapılan düşünme sonucunda ortaya ne gibi bir sonuç çıkabileceğini bulmak ve böylece insanlığın akıl çapını sürekli genişletmek içindir. “Tanrının ölümü” adında felsefede bir akım vardır. Adı; Yunanca theos (tanrı) ve thanatos (ölüm) sözcüklerinden türemiş olan “theothanatology”dir.

 

İnsanların kurguladıkları kurgusal Tanrı’yı ilk öldüren filozof, bugünkü İzmir/Urlalı Demokritos (MÖ 460-370)’tur. Şöyle der: “Ruh gibi, Tanrı da atomlardan oluşmuştur. Tanrı tüm varlıklardan daha mükemmel ve daha uzun ömürlü olsa da, doğadaki zorunluluk Onun için de geçerlidir. Dolayısıyla diğer canlılardan daha geç de olsa Tanrı bir gün Onu oluşturan atomların dağılmasıyla yok olacaktır. Bu nedenle Tanrıyı gözümüzde fazla büyütmemek gerekmektedir, en nihayetinde Ondan da daha üstün “zorunluluk” vardır.

 

“Tanrı, ne insanların onu var etmeleriyle var olur, ne de onu öldürmeleriyle ölür.”

 

Çağımızda Tanrıyı öldüren özellikle filozof Nietzsche (1844-1900)’dir. Ama ondan önce Kant (1724-1804), bunun felsefi yolunu yapmıştır. Nitekim 1830’larda Alman şair Heinrich Heine (1797-1856), Kant’ın Tanrı konusundaki tutumu hakkında Fransızlara şöyle demişti: “Siz Fransızlar, biz Almanlara göre çok daha yumuşak ve ılımlısınız. Terörizm konusunda bizim Kant, sizin Robespierre (1758-1794)’i çok gerilerde bıraktı. Çünkü siz nihayet bir kralın kafasını kestiniz; Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” adlı eseri, Tanrıcılığı infaz eden kılıç oldu.”

 

“İnsanlığın Tanrı’ya karşı savaşının temel nedeni; insanlığın dikkatini insana yöneltmek ve istediği şeyleri yapmada özgürlüğünü kazanmasını sağlamaktır.”

 

Tanrı Öldü

Filozofların tanrıyı öldürmesi, tanrının; başta ahlak konusunda ve insanların ihtiyaçlarını karşılamada Ona duydukları ihtiyaçla ilintilenmesidir. Tanrının varlığına rağmen kötü ahlakın çoğalması ve insanlığın, ürettiği teknoloji sayesinde Tanrı’ya duyduğu ihtiyacın her geçen gün azalmasını becermesi nedeniyledir. Bu nedenlerle Tanrı’nın öldürülmesinin asıl müsebbibi, Tanrının; iyi ahlak kaynağı ve insanların ihtiyaçları için var olan bir varlık olarak tasvir edilmesidir. Tanrı öldü veya var düşüncesi, tamamen insanlığın ürettiği fikirlerle tasvir edilen beşeri-kurgusal tanrı için geçerlidir. Bu tanrı tasviri, hakiki Tanrı ile ne kadar ilişkilidir ve gerçekte ne kadar geçerlidir, konusu, en azından şimdilik, cevaplanamayacaktır. Bu nedenle “öldü denen tanrı”, kutsal kitapların dahi içerdiği tanrı tasviri için geçerlidir.

 

“Tanrı öldü” felsefesi hem bir sonuç, hem de yeni şey için başlangıç nedenidir. Şayet Tanrı öldüyse, insan tarafından başka bir ahlak, başka bir motivasyon gibi, her konuda her şeyi yeniden icat etmek gerekmektedir. Yani artık bütün iş, insana düşmektedir.

 

“Tanrının öldürülmesi, insanı sorumluktan kurtarmak için değil, insana büyük hatta tanrısal sorumluluklar yüklemek içindir. Yani insanın, Tanrının yapmasını istediği şeyleri artık insanın kendisinin yapmasını istemesidir.”

 

Dua

Doğal Şeyler ve Yapay Şeyler

Özellikle “Endüstri Devrimi” sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda olduğu gibi, dini alanda da yeni felsefi argümanlar ortaya çıkarmayı doğurdu. Bu argümanlardan bir tanesi “dua” kavramıdır. Artık doğal şeyler, doğal ürünleri yaratan tanrıdan, yapay (endüstriyel) şeyleri ise onları yaratan insandan istenebilir. Yağmur ve çamur gibi şeyler doğal şeylerin yaratıcısı tanrıdan istenebilir; araba ve para gibi şeyler ise, onların yaratıcısı insandan istenebilir. Bunlar Tanrı’dan istenemez, çünkü Onun böyle ürünleri yoktur. Eğer Tanrı böyle yapay şeyleri insana verirse, bir insandan alıp verebilir, bu durum ise Onun adaleti ile çelişir.

 

“Tarım toplumundan endüstri toplumu üretmek istenirse, hububat yerine inşaat ekilir. Çünkü her ikisi de toprağı eşelemekle yapılır.”

Ahlak

18. asırdan itibaren ahlak konsepti de değişmiştir. Bu asra kadarki ahlak, doğanın yani dış gücün insana olan egemenliği esas alınarak oluşturulmuştu. Fakat bu asırdan sonra insan, doğaya egemen olmaya başlamıştır. Dolayısıyla ahlak anlayışı bu esas üzerine yeniden düzenlenmeye başlamıştır. Daha önce “karşılıklı çıkar” esasına dayanan ahlak yerine, insansevgisi (filantropizm)ne ve “ödev (deontolojik)” esasıyla “karşılıksızlık” üzerine ahlak oluşturulmuştur. Artık, tanrıyı memnun etmek ve karşılığını Ondan almak değil, insan olmanın gereği olarak ahlaklı olmak geldi. Nasıl ki hayvandan insanca davranması beklenemezse, insandan da artık hayvanca davranışlar kabul edilemez.

 

“Çağımızda eski ahlakta kalanlar, çıkarlarına uygun olan her türlü ahlaksızlığı yaparlar.”

Sonuç

Şöyle bir gerçek vardır ki, felsefe dahi onu henüz aşamamıştır: Ortada evren adında bir varlık eseri durmakta ve onun içinde malzeme, mekanizma, sistem ve hareket vardır. Onun, tanrı tarafından yapıldığı bilinmese de, insan tarafından yapılmadığı kesin olarak bilinmektedir. O nedenle felsefe dahi, doğal şeylerin yaratıcısı bir tanrının varlığını yadsımıyor ve bu tanrıyı öldürmemiştir henüz. Bu tanrıyı ancak, bilimlerin gelişmesi sonucu ulaşılabilecek bilimsel bulgularla ya öldürecektir ya da yaşatacaktır. O nedenle CERN çalışması çok önemlidir.

 

“Bütün dinler, sahibi bilinmeyen evren eserinin yapıcılığını kendi tanrılarına mal etme kavgası vererek, sömürmek amacıyla insanlar üzerinde egemenlik kurmaya çalışırlar.”

 

İnsanlık, 18. asırdan itibaren tamamen yepyeni bir aşamaya geçmiştir. Bu çağdan itibaren var olunmak isteniyorsa, insanlığın, bu asırdan sonra icat ettiği bütün kurum, kuram, değer, ilke ve sistemleri öğrenmek, onlarla oluşmak ve onlar gibi icatlar yapmak şarttır. Eski paradigmalarla var olunamaz artık.

 

“18. asır sonrasının en temel özelliği, bütün işlerin, koldan kafaya geçmesidir.

 

Tanrı, insanlığın onu ne oldurmasıyla olur, ne de öldürmesiyle ölür. İnsanlık, her ikisini de kendisinin yapmak istediği şeyleri yapabilmek için kullanmıştır. Çağımıza kadarki evrelerde yapmak istediği şeyleri yapabilmek için tanrının varlığını kullanmayı gerekli görmüş, çağımızda ve sonrasında yapmak istediği şeyleri yapabilmede tanrının ölmesi gerektiğine inanıyor. Çünkü artık yapacağı şeyler, yapılmalarını daha önce tanrıya atfettiği şeylerdir.

 

“Tanrıyı öldürmek, insanı, başkasının aracı olmaktan çıkarıp amaç yapmak içindir.”

 

Dış Güçcülük ve İç Güçcülük

Dışsalcılık, İçselcilik

Tanrıcı kişilik, varlık yapısı olarak dış güçcü olan kişiliktir. Tanrının öldüğünü söylemek ise iç güçcü kişiliktir. Tanrının varlığı ile yokluğu arasındaki kavga, aslında dış güçcü karakter olmakla iç güçcü kişilik olmak arasındaki kavgadır. Nitekim dış güçcü olan siyasetçiler Tanrıcı olurlar. Bir dış gücün desteğiyle iktidara gelirler ve orada onun sayesinde kalırlar. O nedenle dış güce karşı direnmezler. Hep dışgüçlerin ayağına giderler. Dış güçcü olanlar dışsalcı, iç güçcü olanlar içselcidirler. İçselciler, başkalarının dış dinamikleriyle değil, kendi iç dinamikleriyle var olurlar ve hareket ederler. Dışsalcılar özgür değillerdir, içselciler özgürdürler. Dışsalcı olanlar esir meşrep kişilerdir, özgür meşrep olanlar içselci olurlar.

 

“Kurgusal Tanrıcı kişiler, dış güçcü olduklarından antiemperyalist olmazlar.”

Kadercilik

Yapısal olarak dış güçcü ve dışsalcı, buna bağlı olarak ihmalci, tembel ve kolaycı olan kişiler kaderci olurlar. Tanrı söylediği için değil, dış güçcü yapıda oldukları için kaderin var olmasını ve Tanrının kaderi istemesini isterler. Dolayısıyla kadere, Tanrı istediği için değil, işine geldiği ve içinde bulunduğu yapısını meşrulaştırmak için inanıyorlardır.

 

“İnsanlar, Tanrının değil, kendi yapılarına uygun olanı savunurlar.”

 

Bireysel olarak herkes kaderci olabilir ama toplumsal olarak kaderci olmak, toplumun yok olmasına nedendir. Çünkü toplumun bekası için yapılması gereken şeyler, toplum adına birileri tarafından yapılmak zorundadır. Toplumuna en büyük kötülüğü yapanlar, toplumun hepsini kaderci yapmaya çalışanlardır.

 

“Toplum adına sorumluluk maaşları alanlar kaderci olamazlar.”

 

Felsefeye göre; kader belki vardır, ama onun varlığı insan için önemli değildir. Çünkü kader, Tanrının ne yaptıklarıyla ilgilidir. İnsan için, tanrının ne yaptığı değil, insanın ne yaptığı önemlidir. Bu felsefi anlayış atasözlerimize şöyle yansımıştır: “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.”

 

Platon (MÖ. 429-347) şöyle der: “Zorba; gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Fakat bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise, iyileri atıp kötüleri bırakır.”

 

“Aslında inandığını iddia ettiği halde, Tanrının emrini ihlal eden kişi, her emir ihlalinde tanrıyı öldürüyordur.”

 

Tanrıya inanıp da dış güçcü olanlar teist, iç güçcü olanlar ise deist oluyorlar. Hem teist hem içgüçcü olunamaz mı? Torpil ve şefaat gibi işlemler, dışsalcılık hastalığının semptomlarıdır. Dışsalcık, insanın insani kaliteli olmasının en büyük düşmanıdır.

 

“Kelam ilmine göre; kişi hem inanıp hem de inançlarını sorgulayabilir. Sorgulamak için inançlarını bırakmak zorunda değildir. Sorgulama ile dinden çıkılmaz.”

 

Hiçbir şey, insanın düşünsel gelişimini önleme yetkisine sahip değildir. Din anlayışları da, insanın düşünme gelişimine engel olamaz. Üstelik hiçbir din, düşünmenin durağanlaşmasını istemez, çünkü düşünmesi durağanlaşıp gelişmeyen taraftara sahip olan din de eninde sonunda yok olmaya mahkumdur. Hiçbir din yok olmak istemez. O nedenle, düşünsel gelişimi ketleyen her türlü din açıklamalarının rddedilmesi, öncelikle dinlerin isteğidir.

 

Ayrıca Tanrının, hem insana gelişme karakterine sahip akıl vermesi, hem de onun gelişmesini istememesi iddiası, Tanrıyı antinomik, yani çelişkili bir yapıya sahip tasvir etmek olur. Tanrıyı çelişkide olan bir varlık olarak tasvir etmek hiçbir insanın haddi değildir. Tanrıyı, düşünme işlemi yapmaktan kaçınanlar öldürür. Çünkü tanrı kavramı soyut bir kavramdır ve anlamlarla vardır. Anlamlar sürekli gelişerek değişir.

 

“İnandığını iddia eden kişinin Tanrının emirlerini ihlal etmesi, ancak Tanrıyı kendi zihninde öldürmesiyle mümkün olur.”

 

“Müslümanların başına belalar, yaptıklarından değil, hep yapmadıklarından gelmiştir.”

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.