M. AKİF ile ATATÜRK’ün KESİŞTİĞİ ve AYRIŞTIĞI NOKTALAR

 M. AKİF ile ATATÜRK’ün KESİŞTİĞİ ve AYRIŞTIĞI NOKTALAR

 

“Atatürk, çağdaş  olan “akılcı ve bilimsel eğitim” düşünüş biçimine sahipti.”

 

İstiklal Marşımızın yazarı M. Akif Ersoy (1873-1936)’un, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kurucusu M. K. Atatürk (1881-1938)’le çağdaşlık eğitimi alanında kesiştiği ve ayrıştığı noktayı, bu konuya dayalı olarak Müslümanların çağdaşlaşma sorununu ele alacağız. M. Akif ve Atatürk, Osmanlı İmparatorluğunun şahsında İslam dünyasının, “çöküş” olarak adlandırılan dönemde yaşamışlardır. İkisi de, çöküşten çıkışın gerektiğine karar vermişler ve çöküşün nedenleri ve çıkış yolları üzerinde durmuşlardır.

 

İslamcı Akif

Modernist bir Müslüman olarak tanımlanan Mehmet Akif Ersoy, fikrî alanda bir İslamcıdır. Cemalettin Efgani ve Muhammed Abduh’tan etkilendiği kabul edilir. Ona göre, toplumun içine düştüğü durumdan kurtulmasının yegâne çaresi yine “İslam dini”dir. Dinin teorisinin doğru bir şekilde anlaşılması ve pratiğe dökülmesi, İslam toplumunun kurtuluşunu gerçekleştirecektir. Durumun suçlusu İslam değil, Müslümanlardır. Mehmet Akif’in de içerisinde olduğu İslamcılar genel olarak; İslam’ın kalkınmaya engel olmadığını, Batı’nın kalkınmasının temelinde dahi İslam’ın ürettiği birikimin katkısının büyük olduğunu ifade ediyorlardı. Böylece hem Müslümanların, Batılıların yaptıkları ilerlemeyi yapabileceklerini hem de Batılıların icatlarını Müslümanlara dayandırmakla kendilerini avutuyorlardı. İnsanlık, radikal gelişmeler ve bunlara bağlı olarak dönüşümler üretirken, İslam dünyası, İslam’ın gelişmeye ve değişime engel olup olmadığı konusunu halen de sürekli tartışmış ve çözememiştir.

 

Çöküşün Nedenleri

Akif’e göre; kaderciliğin yayılması sonucunda, tevekkül bilinci ile dünyaya yönelen Müslümanlar pasif bir tutum içerisine girmişler, din çalışmayı emretmesine rağmen, hurafeler nedeniyle hem doğru değerlerden sapmışlar hem de çalışmayı bırakmışlardır. Akif, bir diğer neden olarak cehaleti gösterir. Müslümanların cahil olmalarını şöyle ifade eder: Cehalet denilen yüz karasından bir an evvel kurtulmak ve “hasm-ı hakiki (gerçek düşman)” olan cehaleti bir en evvel öldürmek gerekir. Ona göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan nedenlerden bir diğeri de Batı’yı taklitçiliktir. Çünkü Batı, taklit edilmeye çalışılırken Osmanlıyı ayakta tutan değerlerden vazgeçilmiştir. Akif, bir bütün olarak Batı’yı taklidi reddetmemiş, milletin selameti için bazı unsurların taklit edilebileceğini ifade etmiştir. Bunu Japonya örneği ile açıklamıştır. Onlar, manevi kültür unsurlarıyla fenni birbirinden ayırarak, seçmeci bir tavırla Avrupa’nın sadece fennini almışlardır. Fakat moda şeklinde gelen, milli bünyelerine, örflerine ve ahlaklarına aykırı şeyleri ise almamışlardır.

 

Akif, ahlakla fenni ilimleri birbirine karıştırmıştır. Ahlakla bilimin bir ilgisi yoktur. Ahlak vücut organlarıyla icra edilir. Bilim ise düşünme işlemiyle yapılır. Eğer ilgisi varsa, o zaman bilimini de almayacaksın. Çünkü bu bilim, ahlaksız gördüğün el ve kafalarla üretilmiştir. Batı, bilimi vücut organlarıyla değil, kafasal düşünme işlemiyle üretmiştir. Ayrıca bu, bir tercih meselesidir. Çağdaşlaşmak için Batı’nın yaptıklarını yapmak gerektiğini söylerken, Batı taklitçiliğinden şikayet etmesi bir çıkmaz çelişkidir. Bütüncül değil de parçasal taklitçiliği istemesi de bir çelişkidir.

 

Batı’nın Ürünü Yanlışlığı

Akif’de; çağdaşlığın Batı ürünü olarak görülmesi şeklinde yanlış bilgi egemendir. Çağdaşlık, Batı’nın ürünü değildi. Hasbelkader orada yaşayan, teorik biliminsanları, filozof ve düşünürlerin ürünüydü. Bu çağdaşlık, Batı’nın kolektif zihniyetine, dinine, kültürüne aykırı ve yabancı görüldüğünden filozoflar hep dışlanmış, sapkın ilan edilmiş hatta öldürülmüşlerdir. Çağdaşlık, milyonlarca yılda düşünürler tarafından geliştirilen insanlık akıl çapının ulaştığı düzeyin ürünüydü. İnsanlıkta egemen olan ve çağdaş yenilikleri sapkınlık olarak ilan eden bir önceki dinsel düşünüş biçimi de çeşitli dönemlerde Afrika, Asya ve Doğuda yaşayan düşünürlerin ürettikleri insanlık akıl çapının ürünüydü, Tanrı’nın ürünü değildi. “Hiçbir dönemin akıl çapı, Tanrı’nın nihai düşünsel akılçapı düzeyi olamaz.”

 

Mehmet Akif ve Atatürk Kesiştiği Nokta

M. Akif ve Atatürk’ün kesiştiği nokta; çöküşten çıkış yolu olarak çağdaşlaşmayı göstermeleridir. Türkiye’nin, insanlığın ulaştığı çağdaş düzeye yükseltilmesidir. M. Akif’in bu düşüncede olduğu, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı,” cümlesinde görülür. Ayrıca “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı,” hedefi, ancak Atatürk’ün Türkiye’ye getirmek istediği “çağdaş akılcı ve bilimsel düşünüş biçimi” ile gerçekleştirilebilir. Geçmiş düşünüş biçimleriyle mümkün değildir. Bu hedefi, çağdaşlaşan Müslümanlar gerçekleştireceklerdir. O nedenle bunu yapabilmeleri için önce kendilerini asrın idraki ile güncelleştirmeleri gerekir. Doğal beyin hard disklerinin bit kapasitelerini yükseltmeleri gerekir. Bugünkü düşük kapasiteleriyle bu işi yapamazlar.

 

“Atatürk; Müslüman-Türk çağdaşlığının simgesel adıdır.”

 

Akif ve Atatürk Farkı

Akif ile Atatürk arasındaki en önemli fark; çağı yakalamanın Akif, dinsel düşünmeyi aşmamakla, Atatürk ise onu aşmakla mümkün olabileceğini düşünmeleridir.

 

Çağdaşlaştırmayı yapmadaki metotta ayrışırlar. Akif bir İslamcıdır. Yani yeni olaylara dinsel açıdan yaklaşır ve yenilikleri dine uydurmak ister. İslam’ın çağdaşlaştırılıp yaşatılmasını ister. Atatürk ise, genel anlamda, dinsel düşünmeyi aşmış, çağdaş akılcı ve bilimsel düşünmeye ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin bütün faaliyetine, din değil, “akıl ve bilim”in yön vermesini temel ilke olarak benimser. Atatürk, yapılması gereken pozitifliklerle meşgul iken, Akif, geri kalmanın nedenleri olarak Müslümanların negatifliklerinden söz eder.

 

Akif, şikayet ettiği negatiflikleri felsefi ve bilimsel olarak teorik tanımlamaz. Mesela; ilmiye sınıfının bayağılığından, fetva sınıfının ümmiliğinden veya yetersizliğinden bahseder. Fakat bayağılığın ve ümmiliğin hangi açılardan olduğunu açıklamaz. Yuvarlak ve genel amiyane slogan sözler söyler. O, sadece medreselerin değil, diğer eğitim kurumlarının da yetersizliğinden bahseder. Mülkiye, tıbbiye, bahriye, baytar mektebi, ziraat mektebi, mühendishane gibi eğitim kurumlarının kalifiye eleman yetiştirmekte yetersiz olduklarını belirtir. Ama yetersizliğin ne olduğunu ve nasıl giderileceğini izah etmez. İnsanların çalışması gerektiği gibi genel önerilerde bulunur, ama ne ve nasıl çalışacaklarını söylemez, hatta söyleyemez. Negaitiflikleri bilmek için eğitime gerek yoktur, ama pozitiflikleri bilmek için bilgiye gerek vardır.

 

Almak, İcat Yok

Çağımız; ekonomi, maliye, eğitim, adliye, hukuk, askerî, teknoloji, bilim, din gibi her alanda yenilik demek idi. Eski hiçbir şey kalmamıştı. Çözüm olarak, bunları Batı’dan “almak” yoluna gidildi. “İcat etmek” düşünülmedi. Elbette ilk etapta icat etmek imkansızdı ama neticede icat etmek hedefi ortaya konulmalıydı. Atatürk’ün yaptığı iş, geçici bir süreliğine, Batı’dan alınan malzeme ile ameliyat yapmak olmuştur. Fakat yenilikler artık sürekli oluştuğundan sürekli yeni malzeme almak gerekiyordu. Çağdaş fikir ve bilgi icat edemediler. Halen de edemiyor. Teknoloji, işin kol boyutudur. O teknolojinin teorisi bilimini, yani “know how”ını icat eden kafa boyutu asıl  önemli olandır. Atatürk, fikir üretmenin gerektiğini şöyle söyler: “Bir fikrin istihsâl (üretimi)ine dayanmayan zafer payidar olamaz. Genç Türkiye Cumhuriyetinin payidar olması için çağdaş medeniyetin bir ortağı, bir parçası haline gelmek, bin bir fedakârlıkla sağlanan bağımsızlığın muhafazası için şarttır”.

 

 

İNSANLIĞIN GEÇİRDİĞİ DÜŞÜNME EVRELERİ

 

M. Akif ve Atatürk’ün düşünüş biçimini tanımak için öncelikle, onların yaşadığı çağın düşünüş biçimini kısaca tanımak gerekir. Çağımız düşünüş biçimine insanlık, beş milyon yıllık sürede sırasıyla şu düşünme evrelerini geçirerek gelmiştir: Sihirsel, mitolojik, tanrısal, felsefi, dinsel, akılcı, bilimsel, akılcı ve bilimsel, lojik ve dijital düşünmedir. Çağımızın “aklıcı ve bilimsel düşünme” biçimi, bir önceki düşünüş biçimi olan “dinsel düşünme”nin ardından üretilmiştir. Yani Akif ve Atatürk, insanlığın 18. asırda aşmaya başladığı, ama İslam dünyasında o zaman ve halen de egemen olan “dinsel düşünme” aşamasında yaşamışlardır. Fakat dinsel düşünmenin aşılıp akılcı ve bilimsel düşünmenin fen, sosyal ve teknolojik alanlardaki icatların sonuçlarını verdiği ve bunun sonucunda dinsel düşünmede kalmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandırdığı dönemi görmüşlerdir.

 

 

DİNSEL DÜŞÜNÜŞÜN ve BİLGİNİN ÖZELLİKLERİ

 “Dinsel düşünme, 18. asırda sona ermiştir.”

“Dinsel bilgi, gerçeğin gerçek olmayan izahıdır.”

 

Bilimsel ve felsefi düşünüş biçiminin metodunun belirlendiği 18. asra kadarki devirlerde üretilen bilgi, genellikle gündelik bilgi sınıfına girer, çağdaş nitelikte bilimsel bilgi sayılmaz. Dinsel bilgi ve dinsel düşünme gündelik düşünme ve bilginin bir parçasıdır.

 

“Bilim bulgular, felsefe sorgular, din savunur.”

 

Dinsel bilgi ve düşünüş biçimi, gündelik bilgi ile aynıdır. Dinsel ve gündelik bilginin sistemli bir bilgi elde etme kaynağı oktur. Günlük yaşam içerisinde yaparak, yaşayarak, deneyerek kazanılan, kısaca “deneme-yanılma”ya dayanılarak üretilen bilgilerdir. Gündelik pratik ihtiyaçlar için yapılır. Fayda sağladığı sürece doğrudur. Günlük yaşamı kolaylaştırıcı özellik taşır. Yaşanılan fiziksel çevrenin olduğu kadar, toplumsal çevrenin de etkisinde üretildiğinden kültürel farklılıklar taşır. Hatta herkese göre farklı olur. Herkesin deneyimleri, yaşantıları ve bunun ötesinde de hayattan beklentileri, faydası, çıkarı birbirinden ayrı olduğundan herkesin üzerinde anlaşabileceği tek bir doğru bulmak olanaksızdır. Sistemsiz üretildiğinden gündelik ve dinsel bilgiler felsefenin ana konusunu oluşturmazlar. Deneyimlerden, yaşantılardan doğduğu için genellikle doğal duyu organlarıyla elde edilen duyum sürecine dayanır, yani doğal duygusal bilgidir. Bu bilginin kaynağı, yaşantıdaki doğal duyguların kendisidir. Önce pratik gelir. Teorisi yoktur. Önce taşın, sonra düşün, demektir.

 

Dinsel bilginin doğruluğuna “iman” ile inanılır. Evrensel doğal gerçekler, doğaüstü bir güç ya da güçlerin varlığı ile açıklanır. Bilgisinin kaynağının Tanrı olduğu iddia edilir, ama bu iddia ispatsızdır. Ona inanan için bağlayıcıdır, bir başkası için bağlayıcılığı yoktur. Bu tür bilgi inanç olarak değerlendirilir. Fizik yasalarının ötesinde bir yaklaşım olduğu için metafizik (fizikötesi) bilgilerdir. İnanç esasına dayanan dinsel bilgi dogmatiktir. Dogma; değişmez, tartışılmaz, kendilerinden kuşku duyulamazdır. Yani eleştiriye ve şüpheye kapalıdır, değişmez ve gelişmezdir. Bu açılardan, dinsel bilgiler mutlaktır. Mutlaklık; hiçbir koşula bağlı olmayan, her türlü denetimin dışında kalan, sınırsız olandır. Tüm mutlaklık iddialarına karşın, din bilgisi de görelidir.  Aynı dine ait mezhepler ve kişiler arasında bile, dinin mutlak bilgileri üzerinde genel bir uzlaşı yoktur.

 

Dinsel bilginin kendisine göre bir çeşit sistematiği vardır. Ama yeni fikir ve bilgi üreten mantıksal sistematik değildir. Temel mantığı; evreni ve içindekileri yaratan tanrı en doğru bilgiye sahiptir iddiasıdır. Tanrı’ya, varlığa ve doğaya ait temel peşinhükümsel dogmaları vardır. Bunlar tartışmasız ve kuşkusuz kabul edilmek zorundadır. İnsanların anlayamadıkları ve karşısında çaresiz kaldıkları doğa ve toplum olaylarının, doğaüstü mistik güçlerle açıklanması olgusudur. İlahi kaynaklı vahye dayalı olduğu iddia edilir. Normatiftir, yani kesin kurallar koyar. Bütün soruların sorulmuş ve bütün cevapların vahiy yoluyla verilmiş olduğunu kabul eder.

 

Genel olarak din; her şeyi yaratan veya yöneten doğaüstü bir varlığa inanma anlamına gelir. Dinsel bilgi, bu doğaüstü varlığın insanlara ilettiği mesajlar ve bu mesajlar bağlamında oluşturulan bilgi olarak görülür. Mensupları için geçerlidir. İbadet biçimleri ve davranış kuralları ile insanın pratik yaşamını düzenler. Dinsel bilgide; doğruluk, gerçeklik, anlamlılık ve tutarlılık gibi, doğru ve gerçek bir bilgide aranan özellikleri aranmaz. Araştırmaya ve sorgulamaya dayalı çalışma sonucunda üretilmiş bilgi değildir. İspatlanmamış peşinhükümlerden ibarettir. İnsan aklının, bilinmeyen ve doğaötesi konularla ilgili sorularını konu edinir. Dinsel düşünme, varlığın neden ve nasıl olduğu sorularının cevaplarıyla ilgilenmez. “Kim” tarafından yapıldığı sorusunun cevabıyla ilgilenir. Ereksellik, yani amaçsallık peşindedir. Varlığın bir amaç için var olduğunu düşünür. Bu amacın, Tanrının varlığını kabul etmek olduğunu söyler.

 

Metot

Dinsel bilgi sistematik olmadığından sistemli bir bilgi elde etme kaynağı ve metodu yoktur. Herhangi bir yönteme bağlı olarak değil, kişisel algılamalara bağlı olarak edinilir. Düzensiz ve sistemsiz bilgidir. Tek tek nesneler ve olaylarla ilgili olarak kişilere bağlı öznel bilgilerdir. Bilimsel temelleri olmadığından, herkes için geçerli genel-geçer özelliği yoktur. Doğruluğu kesin değildir. Rastlantısal, kulaktan dolma tevarüs edilir. Bu bilgiler kültürden kültüre değişir. Doğru olduğunda ise bu, belirli bir zaman içinde algılanan iki olay arasındaki doğruluktur. Örneğin, havanın soğukluğuna bakarak kar yağacağını söylemek gibidir. İki olay arasındaki nedensellik ilişkisi, mantık kurallarıyla yapılan sistematik akıl yürütme temeline değil, sezgiye dayalıdır.

 

Bilimsel Bilgi

“Bilimsel bilgi, varlığın gerçek bilgisidir.”

 

Bilimsel bilgi; var olan varlıklar hakkında bilimsel yöntem ve akıl yürütme yoluyla elde edilen bilgidir. Nedensellik ilkesini kullanarak varlığın oluşumunun nedenlerini ve nasıllığını araştırır. Böylece varlığın gerçekliğini tanır. Bilim insanı, varlığa “bilmek için bilmek,” amacı ile yönelir. Eğer bu varlık, Tanrının ürünü ise, varlığın gerçekliği tanınarak Tanrı tanınır. Bir bilginin bilimsel olmasının ölçütü, yöntemsel olmasıdır. Bilimsel yöntem; akıl, deney ve gözleme dayalı kuramdır. Teknik bilgiden farklı olarak, uygulama bilgisi değil, teorik bilgidir.

Bilimsel bilgi; objektif, sistemli, düzenli, tutarlı ve eleştiriye açık bilgidir. Nesneldir. Bireyden bireye değişmeyip herkes için aynıdır. Evrenseldir. Akla ve mantığa dayalıdır. Birikimli olarak ilerler. Aksine kanıt gösterildiği zaman geçerliliğini yitirebilir.

Felsefî Bilgi

“Felsefe sorgular.”

 

Felsefe; insanı, evreni, toplumu, kendini ve yaşamını anlama ve açıklama amacıyla yapılan etkinliklerden biridir. Bu konularda sorular sorar, sistemli ve genel açıklamalar yapmaya çalışır. Bütün varlığı konu edinir, varlığa ilişkindir. Neticede felsefi bilgi; bütün varlığı tanıma ve tanımlama işlemidir. Anlama, anlamlandırma, anlam yüklemedir. Bir taraftan, var olan varlığın mahiyetini tanıma, diğer taraftan ise var olmayan varlık yaratmak amaçlıdır.

 

Felsefi bilgiden daha çok, felsefi fikirden söz etmek gerekir. Çünkü felsefe bilgi değil, fikir üretir. Ama yine de felsefe ile bilgi üretilir. Nitekim bilim yapmanın ikinci aşamasında kullanılan felsefe, “bilimsel bilgi” üretmek içindir. Felsefe sorgular ve eleştirir. Felsefi bilgi; doğru ya da yanlış olma olasılığı olan fikirdir. Fakat doğruluğu yönünde yeterli gerekçelere sahip olunan iddiadır. Bu nedenle; sanıdan, doksadan, zandan farklıdır. Felsefe, mantık disiplini kurallarıyla düşünme yapar. O nedenle tutarlı olmak zorundadır. Düşünen öznenin, nesneyi merak etmesi ve ona yönelerek, onu sorgulaması ve anlamasıyla ortaya çıkan tutarlı, ön yargısız, akılla temellendirilmiş düşüncelerden oluşan bilgi türüdür.

 

Beşeri sistematik aklın ürünüdür. Her konuyu beşeri sistematik aklın süzgecinden geçirir. Sistemli, düzenli ve birleştirilmiş bir bilgidir. İnsanın, beşeri sistematik ussal düşünme etkinliğinin en üst düzeyidir. Akılcı bilgidir. Akla dayanan bir araştırma ve soruşturmanın sonucudur. Çelişkisiz, tutarlı; mantıklı bilgidir. Açıklamalarında bitmişlik; sona ulaşmak ya da kesinlik yoktur. Olgu, obje ve olayları anlamak isteyen özne, bunların bilgisini akıl temelli bir sistemle yorumladığında felsefi bilgi üretmiş olur. Felsefi bilgi; mantık ilkeleri çerçevesinde yürütülen akıl yürütmeler sonucunda elde edilmiş sistemli bir bilgidir.

 

Eleştiricidir; eleştirel bir düşünmenin sonucunda ortaya çıkar. Felsefi tavır sahibi kişi, her şeyi olduğu gibi kabul etmez. Felsefi bilgi, olaylar karşısında merak duyan insanın, olaylara olduğundan farklı yaklaşmasını sağlar. Felsefe bilgisi; düşünen öznenin, nesneyi merak etmesi ve ona yönelerek, onu sorgulaması ve anlamasıyla ortaya çıkan tutarlı, ön yargısız, akılla temellendirilmiş düşüncelerden oluşan bilgi türüdür.

 

 

AKILCI ve BİLİMSEL DÜŞÜNME

“Bilimsel bilgi, gerçeğin bilgisidir.”

 

Akılcı ve Bilimsel düşünme, insanlığın 5 milyon yıl sonunda 20. asırda ulaştığı düşünme biçimidir. Bu kapıyı, Alman Filozof Kant (1724-1804) açmıştır. Bilim, gerçeğin bilgisidir. Olgusal olmaktır, mitolojik kurgusal olmamaktır. Bu düşünme biçimi sayesinde insanlık, artık gerçek bilgi ile yaşamaktadır. Bu düşünüş biçimi, Hiristiyanlığın ürünü değildir. Batı’da egemen olan Hiristiyanlığın şahsında dinsel düşünmenin filozoflar tarafından aşılmasının ürünüdür. “18. asırdan sonra dinsel düşünmeden akılcı ve bilimsel düşünmeye geçilmiştir.”

 

Akılcı ve Bilimsel Düşünme Şudur

Üzerinde düşünme yapılacak konu hakkında ilgili bilimin tespit ettiği bilimsel bilgiler üzerinde akıl yürüterek düşünme yapmaktır. Salt akıl ile düşünme yapmamaktır.

 

“18. asırdan sonra işler, koldan kafaya geçmiştir.”

 

Artık bedensel çalışma azalmıştır. Kafasal çalışma ve ürünleriyle insanlık hayatı dönmektedir.

Savaşta bile artık bedenin sadece tetik çekmek ya da tuşlara basmak için şehadet ya da işaret parmağı ve uçları kullanılıyor. Ama fende ve bilimde daha ileride olanlar parmaklarını da kullanmıyor, sadece parmak uçlarını kullanarak savaş yapıyorlar. İnsanlık artık, dijit ve sinyalle hareket üretiyor.

 

 

ATATÜRK ve DÜŞÜNMEK

Düşünmek, aklın, kişinin kendisi tarafından içine düşürüldüğü “düşünmeme” girdabından kurtulmasıyla olur. Düşünmeyen akıl donuklaşır, hiçbir yeni fikir ve bilgi üretemez. En zor iş; aklın donukluğunu gidermek, onu akışkan ve seyyal yapmaktır. Ama o, bir kere akıcı yapılınca artık kendisi akar gider. Düşünen akıl akışkan ve seyyal olur. Ona bir kere düşünme ivmesi verilince, gerisini o yapar. Atatürk bu konuda şöyle der: “Bir kere millet, benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir. Düşünme bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş intizama girer ve düzelir.” Şimdi bir fikir düşünün, mesela din, eğer düşünme işlemi yapılmadan anlaşılıyorsa, o çok basit bir malzemedir ve ondan, hele de süper düşünmenin egemen olduğu çağımızda, hiçbir değer üretmesi beklenemez.

 

Önceki Dinsel Düşünmeyi Aşmak

Çağımız öncesi düşünüş biçiminin dinsel düşünme olduğunu bilen ve onu aşmak ve bilimsel düşünmeye geçmek gerektiğini düşünen Atatürk şöyle der: “Tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede, geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkumdur.” Geçmişteki bilimin bugün geçerli olmadığının farkında olan Atatürk şöyle der: “Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen dilinin çizdiği genel kuralları, şu kadar bin yıl önce bugün aynı biçimde uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir.”

 

Kişiciliğe Karşı Olması

Atatürk, kendisi dahi olsa kişiciliğe karşıdır. O, kişilerle değil, fikirlerle meşgul olunmasını ister. Şöyle der: “Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”

 

“Kişiyi sevmek duygusal tatmin sağlar. Fikirlerle meşgul olmak insana iş çıkarır.”

 

Fikir Özgürlüğü

Çağımızın en belirgin özelliklerinden ve gelişmenin nedenlerinden birinin fikir özgürlüğü olduğunu bilen Atatürk şöyle der: “Fikrin serbest hareketi ise ancak ferdin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü teşebbüse girebilmek serbestisine sahip olmakla mümkündür.”

 

Akılcı ve Bilimsel Düşünme ve Atatürk

Atatürk’ün Türkiye’ye getirdiği bütün sosyal ve siyasal yenilikler, çağımızın “akılcı ve bilimsel düşünüş” biçiminin ürettiği yeniliklerdir. Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, ulus, birey, insan hakları gibi kavramlar bunlardandır. Atatürk’ün, akıl ve bilimi birlikte kullanması, akılcı ve bilimsel düşünmenin farkında olduğunu gösterir. Şöyle der: “Ben, manevî miras olarak hiç bir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.” Atatürk “ilim” kelimesini “bilim” anlamında kullanır.

 

Atatürk’ün Akılla İlgili Sözleri

“Atatürk, pragmatist bir politikacı gibi popülist akılla değil, realist akılla hareket etti.”

 

Atatürk akılcıdır. Şöyle der: “Fikirler anlamsız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde, sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar.” “Akıl ve mantığın çözümleyemeyeceği mesele yoktur.” “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi düşünemiyorum.”

 

Bilimle İlgili Sözleri

Daha başından şunu söylemek gerekir; Atatürk, o devirde “İlim” terminolojisini kullanır, ama onunla “Bilimi” kasteder.  “İlim, gerçeği bilmektir.” “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir.” “İlim ve özellikle sosyal ilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni ilim adamları aydınlatsınlar. Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız, bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.” “Evet; ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında ulusumuzun düşünce bakımından eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve fen olacaktır.” “Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak aymazlık, bilgisizlik, doğru yoldan çıkmışlıktır. Yalnız bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişimini anlamak ve ilerlemelerini izlemek koşuldur.” “Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız.”

 

“Atatürk’ün, çağdaş bilimi almayı ısrarla vurgulaması, toplumumuzun insanlığın çağdaş çizgiye tırnak tutturarak dahil olma teşebbüsü yapıp var olmayı sürdürmesi ihtimalini doğurmak içindir.”

 

Atatürk şöyle der: “İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunluluğudur.” Atatürk, işlerin bedenden kafaya geçtiğinin farkındadır. O nedenle kafasal çalışma yapmanın gereğini vurguluyor.

 

Atatürk’ün Sevilmesi

Atatürk’ün, Türk milleti tarafından sevilmesinin en önemli nedeni, vatanı kurtarmasından daha çok,. halkını ileri götüren düşünsel devrimler yapmasıdır. İnsanlık, tarih boyunca hep düşünsel devrimler yapanları sevmiş ve onların isimlerini yaşatmıştır. Kralların ve komutanların değil, filozofların isimlerini yaşatıyor. Çünkü kurtarılan vatan, eğer insanları çağdaşlaştırılmazsa halkıyla birlikte yok olur. Halkın varlığını sağlayabilmek, onu çağdaşlaştırmakla mümkündür. Atatürk’e her geçen gün sevginin artmasının nedeni, Türkiye’yi geriye götürme çabalarının artmasıdır. Öyle geri ki, imparatorluğu batırmış bir geçmiştir. Türk toplumu çağın tadını almış, onu sevmiş ve geri gitmek istemiyor.

 

ATATÜRK’ÜN DİN ANLAYIŞI

Dinin Bireyselliği

Kişilerin dindarlığı hakkında yargılama ve hüküm vermek imkansızdır. Bu hükmü sadece Tanrı verebilir., hiç kimse veremez. Atatürk, çağdaş din tanımını aynen almıştır. Çağdaş din tanımında din; kişinin tanrısı ile arasındaki bağ için geçerlidir. Şu bir gerçektir ki Atatürk, dinsel düşünüş biçimini aşıp akılcı ve bilimsel düşünüşe geçmeyi, toplumsallık yerine, bireysel “dindar olmayı” getirmek istemiştir. Hayatın diğer alanlarının, geçmişin dinsel adı verilen düşünüşünden ve bilgisinden ayrışmasıdır. Atatürk, insanlığın akıl çapının çağımızda ulaştığı çapın belirlediği din anlayışına sahipti. Bu din anlayışı, dinin, birey ile tanrısı arasında bir ilişki olması, diğer alanlara müdahale etmemesidir. Aslında zaten asıl din, bireyin tanrısı ile olan ilişkisi idi. Fakat çağımıza kadarki devirlerde “din”den başka bir kavram bulunmadığından, insanın bütün hayat alanları dinin alanı içerisine alınmıştı. Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri, 1923 ila 1938 yılları arasında iktidar olduğu ve görece kısa sayılan 15 yıllık bir süre zarfında, bir ülkede yeniden her alanda çağdaş sistemler kurmasıdır. Sistem kurmak çok zor bir iştir. Böylece Atatürk, aslında Akif’in yapılmasını vurguladığı, “asrın idrakine İslam’ı söyletme” idealini gerçekleştirmiştir. İslam’ı çağdaşlaştırmıştır. Akif’in bu sözü, İslam’ı çağdaşlaştırmak isteğini içeriyor. İslamı çağdaşlaştırmaksızın, onu çağın idrakine söyletmek imkansızdır.

 

Atatürk ve Kur’an

“Aslında Atatürk dini ve tanrıyı, Kuran’ın anladığı gibi anlamıştır.”

 

Alında Atatürk, dini ve tanrıyı, Kuran’ın anladığı gibi anlamıştır: Atatürk şöyle der: “Allah, dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve azamî derecede faydalanabilmek için de, bütün yaratıklardan esirgediği zekâyı, akıllı insanlara vermiştir.” Kuran da, Allah’ın evreni ve içindekilerini, insanların faydası için yarattığı dahil diğer fikirlerin aynısını söyler. Atatürk, “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kādirdir.”Bakara, 106 ayetinde belirttiği üzere, Kuran’ın, her şeyin en iyisini meşrulaştırma karakterine sahip olduğu şeklindeki öz (numen)ünü keşfetmişti. Bu nedenle, çağının sosyal ve fen alanlarındaki en iyi olan icatlarını aynen alıp ülkesinde uygulamaya koymuştur. Yani Akif’in, yapılmasını sadece söylediği eylemi, Atatürk bizzat uygulamıştır.

 

Atatürk ve Cuma Namazı

Cuma namazı, Fıkha göre şehirlerin mahallelerinde, kasaba ve köylerde yaşayanlara farz değildir. Onu Türkiye’nin her yerinde yaşayanlara farz yapan kişi Atatürk’tür. Dolayısıyla Atatürk’ün bu kararına kadarki sürede köylülere ve mahallelilere Cuma namazı farz değildi. Atatürk, cumhurbaşkanı iken, Din İşleri Yüksek Kurulu, 1933 yılının 16 Nisan tarihinde toplanmış ve 190 sayılı kararı ile cumanın köylere farz olduğunu ilan etmiştir. Böyle olunca da bütün câmilerde ve köylerde cuma namazı kılınması zorunlu yapılmıştır.

 

1933 yılındaki bu kararı dikkate alarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, 26 Mart 2003 tarihli kararı ile, “mezra, köy, belde, şehir gibi büyük ve küçük tüm yerleşim birimlerinde” cuma namazının kılınması gerektiğine ve bu yerleşim birimlerinde birden fazla câmide de cuma namazı kılınabileceğine hükmetmiştir. Böylece, Cuma namazına ihtiyaten kılınan “zuhr-ı âhir” namazının kılınmasına gerek olmadığına dair fetva vermiştir. Ancak bu namazı kılmak isteyenlere de engel olunamayacağını hükme bağlamıştır.

 

Çağdaş Düşünme ve Dindarlık

“Her zaman dindan olunabilir ama artık dinsel düşünme ile var olunamaz.”

 

Dinsel düşünmeyi, dindarlıktan ayırmak gerekir. Dinsel düşünme, çağımız öncesi düşünme biçimidir. O nedenle her zaman dindar olunabilir ama çağımızda ve bundan sonra ancak “akılcı ve bilimsel düşünme” ile dindar olunabilir. Geçmiş düşünüş biçimleri ile bugün dindar olunamayacağı gibi, toplumsal ve dinsel varlığı sürdürmek de mümkün değildir. Her Müslüman, kendi dönemindeki bilgiden ve düşünüş biçiminden sorumludur. Geçmiştekiler, devirlerinde egemen olan düşünüş biçimleriyle ve onlarla üretilen algıyla dindar olmakla sorumlu idiler. Onlar, bugünkü algıyla, bugünküler de geçmişteki algıyla sorumlu tutulmayacaklardır. Geçmişteki insanlar, bugünküleri anlayamayacağı gibi, bugünkü insanlar da geçmiştekileri anlayamazlar. Kuran,La yukellifullahu nefsen, illa vus’aha (Allah, insanı gücü yetmediği şeyle mükellef tutmaz)”. (Bakara, 286) Dolayısıyla bugün Müslümanlar, bugünkü bilgilerle dindar olmak zorundadırlar, geçmişteki bilgilerle değil. Çağımızın şu gerçeğinin farkında olmamız şarttır:

 

Dini Alanda Değişim Düşüncesi

Akife göre; toplumun bu hale gelmesindeki en önemli etkenlerden biri mevcut din anlayışıdır. Bu nedenle Akif, geleneksel din anlayışını birçok noktadan eleştiriye tabi tuttuğu gibi, doğru din anlayışına nasıl ulaşılacağı konusunda öneriler verir. Dinin hurafelerden temizlenmesini, Kur’an ve sünnetin merkeze alınıp aklın da etkin kılınarak günün şartlarına göre yeniden yorumlanması gerektiğini belirtir. Dinsel toplumları çağdaşlaştırmak, ancak çağdaş düşünüş biçimini yakalamış ilahiyatçılarla mümkündür.

 

Eskiyi Yenilemek (Tecdid, Renewal, Restoration, Renovation)

Akif, geleneksel bir “ıslah” ve “tecdid” taraftarıdır. Yani mevcut din ve ilim anlayışının doğrudan Kur’an ve sünnete ve hatta Islam’ın ilk asırlardaki yapısına, yani selef ulemasına dayanarak ve onlara geri dönerek aklın ışığında ıslah edilmesini önerir. Böylece, çağdaş toplumsal değişim, dönüşüm ve gelişim sağlanabilecektir. Yenileme; eskimiş bir şeyi aslına uygun bir biçimde onarma, restorasyondur. Akif şöyle der:

 

“Eğer çiğnenmemek isterseler seylab-ı eyyama;

Rücu’ etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslam’a.”

 

Sadr-ı İslama dönmek yani islamiyet’i temel ve asli özellikleri ile yeniden ortaya koyarak, ilhamı Kur’an’dan alarak bugüne seslenmek, hakikat perdesi altında dine bulaştınlmış bidat ve hurafeleri temizlemektir. Nedir bu hurafeler? “Sadr-ı İslama dönmek’”ten kastı, selefin tecrübelerinden yararlanarak vahyi, sünneti ve aklı temele alıp, dini, “ihya” veya “ıslah” etmektir. Böylece, geçmişte selefin yaptığı gibi, yeni dönem ve şartlarda, yeni içtihatlar yaparak, dini donuklaştırmadan kurtarıp yeniden hayata ikame etmeyi önermektedir. İslam’ın hangi alanları çağdaşlaştırılacak ve yenileşme yapılacak? Çağdaşlaşma bir bütündür.

 

Akif’in Çıkmazı, Paradoksu

“Kağnıyı, kağnı kalarak, otomobil yapmak mümkün müdür?”

 

Fakat İslamın çağdaşlaştırılmasını, ama varlığını sürdürmesini ister. Ama İslamın yenilenmesi demek, eski geleneksel İslam anlayışının yok olması demektir. Bu, bir paradokstur. Paradoks; görünüşte doğru olmak, ama mantık kurallarına aykırılık, mantıkdışılık, çelişkidir. Çünkü Mantık kuralına göre; “bir şey hem o hem bu olamaz,” yani üçüncü hal imkansızdır. İslam çağdaşlaşınca eski geleneksel İslam tümden yok olur. Çünkü çağdaşlık, çağdaşlık öncesi her din ve pradigma için olduğu gibi İslam için de zıtlık demektir. Biri varsa, diğeri olamaz. Akife göre Islam düşüncesinde değişen şartlar çerçevesinde “akıl yürütme” yoluyla yeni bilgilere ulaşılması (içtihat} temel bir gerekliliktir. Buna bağlı olarak akıl ile vahiy arasında bir uzlaşma söz konusudur. Içtihat yapabilecek kişilerde bulunması gereken şartlan da belirtir. Akif, İslamı çağdaşlaştırmayı savunur fakat kendisi bir tane örnek yapmaz. İlerlemeyi ve terakkiyi savunurken, bunun kendi dini ve kültürel değerlerimizi göz ardı etmeden, yapılması gerektiğini belirtmiştir. Atatürk ise, her ne adar çağdaş gelişmeleri alarak da olsa, her alanda çağdaş örnekler ortaya koymuştur. Akif, Müslümanların tarihleri boyunca kullandıkları çok basit bir tekerlemeyi kullanır. O da, “ilerleme (terakki)ye İslamın engel olmadığını” uzun uzadıya anlatır. Kabahati, Müslümanlarda bulur. Ona göre; bugün Müslümanların içerisinde bulunduğu durum, dinden değil, müntesipierinin din algısından kaynaklanmaktadır.

 

Akif ve Düşünüş Biçimi

Akif, dinsel düşünmeyi savunur, onu aşamamıştır. İslami düşünmenin rehberliğinde geliştirilen teorilerin pratiğe aktarılması gereklidir. Sorun; çağın düşünüş biçimini yakalayamamaktır. Çağımıza kadarki devirlerde, bırakınız çağdaş düşünmeyi, sistematik düşünme yapmamış İslam dünyası, eski hal ile yaşayabiliyordu. Fakat çağımızda artık sistematik düşünme egemen olmuş ve insanlığın hayatı onun yeni icatlarıyla dönmektedir. Tarihinde basit sistematik düşünme tarağında bezi olmamış İslam dünyası, artık karmaşık ve girift çağdaş düşünmeyi yapamıyor. Bu düşünmeyi yapamamanın kabahatlisi İslam da olsa, Müslümanlar da olsa, sonuç değişmiyor. Peki bugün bu düşünmeyi yapmaya engel ne var, neden yapamıyorlar. Üstelik Atatürk, çağdaş düşünmenin önündeki bütün engelleri kaldırımıştı ve bu engelleri aşmış çok sayıda kişi vardı ama neden yüz yılda bile bu çağdaş düşünmeyi yapamadılar? Çünkü bu düşünme işi zor bir iştir. Zor işten hepimiz kaçtık, kaçıyoruz. Bu zor işi, kendimiz değil, hep başkaları yapsın istiyoruz. Artık yeni ve tümden kişi ürünü düşünsel ürünler gerekiyor. İşte bu yeni ürünleri veremediği için Akif de, “temel sabiteleri” dinden almayı savunuyor. O sabiteler hazır üretilmişlerdi. Ona göre, dini temel kaynaklardan öğrenip hayata geçirilmesi, Müslümanların din alanındaki problemlerinin ortadan kaldırılabilmesinin temel esasıdır.

 

Akif’e göre tecdid (dini yenileme)in önündeki en önemli engellerden biri, dini ilimler ile akli ilimlerin aynı tutulmasıdır. Bu durum, İslam medeniyetinin çöküşüne sebep olmuştur. “Biz Müslümanların üzerine düşen en büyük görev, geçmişin mükemmel örneklerinden faydalanıp, vahyi, sünneti ve aklı birlikte etkin kılarak, dini doğru bir şekilde hayata geçirmektir.” Böyle söylüyor, ama nasıl yapılacağını hem söylemiyor hem de bir örnek üretemiyor. Çağdaşlaşma, parçasal değil, bütüncül bir meseledir. Çağdaşlık tümden alınınca, adı din de olsa, eski hiçbir şey ortada kalmaz. Her şeyden önce, çağdaşlık, geçmişin tamamen sona ermesidir.

 

İster Kuran’a dön, ister dönme, insanlık hayatının üzerinde döndüğü felsefi fikir, sosyal ve fen bilimlerinde bilimsel bilgi icatlarını yapacak Müslüman zihni var mı? Akif, Müslüman olmayanlar tarafından icat edilen bilgileri almayı tavsiye ediyor, bilim icat etmekten söz etmiyor. İslam, kimin ürünü bilgilerle asrın idrakine söyletilecek? Ayrıca, İslamın nesi asrın idrakine söyletilecek? Bunları belirlesin ve sıralasın.

 

Ilahi nizamdan sapmaları düzeltmek ve engellemek, batıl inanış ve hurafelerden uzaklaşmak, geleneğin zararlı unsurlarını temizlemek, cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele etmek, toplumun kalkınması ve dünyada refahı, ahirette kurtuluşu için gereken her tedbiri almak, dini alanda yenileşme düşüncesinin temel dinamiklerini oluşturur. Mehmet Akif, Kur’an’dan ilham alarak çağımıza lslam’ı anlatmanın lüzumundan bahsederken İslam’ı, “her asrın idrakine söyletmek,” gerektiğini ve bunun da ilim ve irfanla olabileceğini belirtir. Çağın düşünüş biçimine ulaşmaksızın, İslam’ı asrın idrakine söyletmek imkansızdır. Çağın düşünüş biçiminde ise dine yer kalmamıştır. Çıkmaz sokak! İslamı kendisine anlatamayan kişi, asrın idrakine nasıl anlatacak?

 

Çağdaşlaşma Bir Bütündür

Çağdaşlaşma bir bütünsel eylemdir. Parçasal çağdaşlaşma imkansızdır. Yani çağın bilimlerini alıp kültürünü almamakla çağdaşılamaz. Aslında çağın bilimini üreten düşünüş biçimi, aynı paralelde kültür de üretir. Nitekim çağdaş Batı kültürü, Batı toplumunun ürünü değildir. Bu kültür, Batı toplumu için de yenidir. Batı toplumu, 18. Asra kadar eski kültürle yaşamıştır. Fakat 18. asırdan sonra çağdaş düşünürler tarafından üretilen kültüre adapte olmaya çalışmışlardır. O kültüre karşı direnmemişlerdir. Eğer yaşamın kafa katmanını işgal eden bilimler çağdaşlaşıyorsa, diğer kafa ürünlerinin de çağdaşlaşmaları gerekir. Çağdaşlaştırılması gereken ürünlerin başında gelen alan din alanıdır. Çünkü çağımız öncesi din tanımlamaları, önceki akıl çapı ile yapılmıştır. Akıl çapı genişleyip daha önce mevcut olmayan bilimsel bilgi üretmişse, daha önce olmayan din tanımlamasını da üretmesi kaçınılmazdır. Fen bilgilerini aldığın toplumun kafasının ürettiği sosyal bilgilerini ve değerlerini de almak zorundasın. Çünkü bu her ikisini de aynı düşünüş biçimi, birbirine paralel üretir. Ayrıca, mesele sadece hep bilgi almak değil, üretmek de gereklidir. O bilimsel bilgiyi üreten zihinsel yapı alınmadıkça özgün bilimsel bilgi üretilemeyecek ve sürekli Batıdan alınacaktır.

 

Atatürk’e göre; çağdaşlaşmada başarılı olmak, çağdaş medeniyetin bir bütün olarak alınmasına bağlıdır. Çağdaş medeniyet bir bütün olduğuna göre, onun sadece meyvelerini devşirmek haliyle yeterli olamamıştır ve olamayacaktır. Dolayısıyla Atatürk, eskilerin ıslahatçı ve telifçi komplekslerinden sıyrılmak bu medeniyeti bir bütün olarak ele almak, lâik ve demokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde yürütmek başarının temel şartıdır, görüşünden hareket etmiştir.  Çağdaşlaşmayı zihinsel yapmak. Çağdaşlık kaporta değil, motor meselesidir.

 

Bütüncül İnvensiyon (Invention)

Buluş, icat; daha önce bulunmayan bir şeyin insan çabasıyla oluşturulmasıdır. Çağımız, binlerce yıl süren her alandaki sürekli sistematik düşünme işlemi sonucunda yapılan icatlarla üretilmiştir. Çağımıza kadar ki devirlerde, dinler dahil olmak üzere, her alanda sistemsiz düşünme egemen idive her bilgileri sistemsiz düşünme ile üretilmişlerdi.

 

Dolayısıyla, çağımızın sosyal alanlardaki icatları, fen ve teknik alanlardaki icatlarla ile paralel gitmektedir. Çünkü hepsi aynı düşünmenin ürünüdür. Bu nedenle, çağın sadece fen ve teknik icatlarını alıp sosyal icatlarını almak, kullanımda bugün de Müslümanlarda görülen çelişkiler ve tutarsızlıkları neticede negatif sonuçları doğurmaktadır. İslam dünyasında dürüstlük, insan hakları, eşitlik ve demokrasi gibi çağdaş sosyal icatların uygulanamamasının nedeni, kullandıkları teknolojik aletlerin kafa düzeyine ulaşmamış olmalarıdır. İşte Atatürk, bu gerçeklerin farkında idi, değişimi bütüncül olarak uygulamaya koydu. Dini de, çağın tanımlamasına uyarak; “kişi ile Tanrısı arasındaki ilişkiye” hasretti. Zaten din, kişi ile tanrı arasındaki ilişkidir. Kişi ile insanlar arasındaki ilişkilerle “ahlak” alanı ilgilenir. Din, ahlaka indirgenemez, ahlak da dine yükseltgenemez.

 

Bütün sistemler değişmiştir. Bir üst sistem, alt sistemlerden oluşur. Alt sistemlerden birindeki bir değişim, o alt sistemin tümünü değiştirir. Bir alt sistemin tümden değişmesi, diğer alt sistemlerin tümünün değişimini doğurur. Alt sistemlerin değişimi, neticede üst sistemi dönüştürmeyi zorunlu yapar. Şimdi İslam, bir üst sistem olarak ele alınırsa; hukuk, ekonomi, felsefe, bilim gibi bütün alt sistemleri değişmiştir. Üst sistem de değişmek zorundadır. Alt sistemleri değiştirip İslam adını üst sistem olarak korumaya çalışmak boşuna uğraşıdır. İşte M. Akif’in önerdiği çözüm, gerçekleşmesi olanaksız bir öneridir.

Çağımızın asli güç unsurları

Akılcı ve bilimsel düşünmenin önemi çağımızın güç unsurunu üretebilmek için şart olmasıdır. Çağımızın asli güç unsurları şunlardır. En üstte finans, kapital, para gelir. Onu sanayi, onu Teknoloji, onu Loji, onu Bilim, onu ise akılcı ve bilimsel düşünme ile yapılan çağdaş Felsefe yani sistematik düşünme üretir. Felsefe yoksa para da yoktur. Çağımız, lojik bilimlerle icat yapma çağı olduğunun farkında olan Atatürk şöyle der: “İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma icat yeteneğidir.” “Bugün en büyük güç, teknolojiyi icat eden lojik bilimdir.” Kuran ve Atatürk, bilimsel ve felsefi düşünme tarağında bezi olmayan bir topluma yapmayacağı iş olan bilim ve felsefe üretme görevi veriyor.

 

“Atatürk’ün tattırdığı çağdaşlıktan sonra, Türkiye için geçmişten çözümler aramak beyhude hatta topluma zararlı uğraşıdır.”

 

İlim Almak ve Bilim Üretmek

İlim almak, başkalarının ürettikleri bilgiyi almaktır. Halbuki asıl yapılması gereken şey, bilim üretmektir. Müslümanlar habire dışarıdan bilim almayı önermişlerdir. Nitekim Peygamber zamanında bilginin kaynağı Çin olduğundan, Çin’den bilgi alınmasını önermiştir. Biz de habire Hz. Peygamber’in, “İlim Çin’de de olsa alın,” şeklindeki hadisini çok severiz ve söyleriz. Ama “bilim üretin” şeklindeki ne ayetleri ne de hadisleri severiz ve söyleriz. Başkasının ürettiği ilmi almak, avcı ve toplayıcılıktır.

 

Atatürk de ilk etapta, geleneksel anlayışı izleyerek, biraz da mecburen, dışarıdan bilim almayı önerir. Atatürk şöyle der: “Bu millet ve memleket ilme, irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş, olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa’ya, Amerika’ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz. İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanat nerede varsa gidip, öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye çok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur.”

 

“Atatürk’ten önce modernizasyon, Atatürk ise modernleşme hareketi yaptı. Birincisi kaportada, ikincisi motorda yapılır.”

 

Eski Paradigmalar

“Beyin geldiği aşamadan bir daha geri gitmiyor.”

“Külliye değil, külliyat üretenler varlığını sürdürür.”

 

Felsefi ve bilimsel analiz sonucu olarak şunu buluyorum: Çağımız öncesi eski paradigmaları siyasal iktidar gücünü kullanarak topluma empoze etmek, uygulanabilir ve sürdürülebilir değildir. Geçmişi topluma empoze etmek beyhude uğraşıdır ve sadece ülkeye zaman kaybettirir. Geçmişi kullanmak, kendisi fikir üretememe acziyetinden kaynaklanır. Hazırı kullanmaktır. Üstelik bir imparatorluğu yok eden hazırı. Hazırcı olmak demek, insanın bir şey üretmede aciz olduğu ilkel “avcı toplayıcı” olmak demektir. İlkel insan, başkası olan doğanın ürünlerini avlayarak ve toplayarak geçinirdi. Çağımızdaki avcı toplayıcı ise, başka insanların ürünlerini avlayarak ve toplayarak geçinir.

 

Günümüz Türkiye’sinde Atatürk

Atatürk, bir filozof ya da biliminsanı değildir, ondan bunları olması da beklenemez. Ama o, bir düşünürdür ve düşünüşte çağı yakalamış bir kişidir. Öyle bir konjonktürde Atatürk’ün yetişmiş olması ve ortaya çıkıp iktidara gelme başarısını göstermesi Allah’ın Türk milletine bir lütfu olarak görünüyor. Allah’ın, hala Türk milletini sevdiğine bir işaret olarak görüyorum. Çünkü Onun tek kişi olarak öyle yetişmesi ve çıkışı imkansız bir muammadır ve ona felsefe ve bilimle açıklama bulamıyorum. Düşünme biçimini kavraması açısından Atatürk, Türklerin dört bin yılda gördüğü en büyük avantajdır. Ama Türkiye bu düşünmeyi hala yapabilir hale gelememiştir. İşte Atatürk’ün önemi; Aydınlanma çağı ve sonrasında üretilen ve çağımızı üreten fikirleri ülkeye taşımasıdır. Dinsel bir toplumda bu çağdaş fikirlerin ve çağımızın akılcı ve bilimsel düşünme biçiminin ayırdına varması, bunu uygulamanın gerekliliğine kesin kanaat getirmesi ve bunu kararlılıkla uygulamaya koymasıdır. Biz, Atatürk’ün Türkiye’de yapılmasını istediği düşünme işini zor görür ve ondan kaçarız. Tarih boyunca hep kaçtık ve faturalarını can ve mal ile çok ağır ödedik ve halen ödüyoruz.

 

Türkiye’nin geleceğinin, Atatürk’ün zihniyetinde olduğu kesindir. Zaman geçtikçe Atatürk, daha da çok popüler olacaktır. Çünkü o, çağdaşlığı Türkiye toplumuna getirmiştir ve onu temsil eder. İçinde yaşanılan çağda, çağın öncesini yaşamak imkansızdır. İçinde bulunulan çağda geçmişte olmaya, “anakronik durum” denilir ve bu bir sosyo-psikolojik patalojik vakadır. Bu durum, felsefi söylemle, stricto sensu yani “dünyasız” olmaktır.

 

“Çağımızda çağımızın entelektüel piyasasına çıkabileceğiz tek kişimiz Atatürk’tür.”

 

Tekrar Atatürk zihniyetine ihtiyaç duyulacaktır. Böylece bir fırsat daha doğacaktır. Fakat bu fırsatı karşılayacak çağdaş paradigmaları ne kadar üretebildiğimiz önemlidir. Çünkü fırsatlar doğduğunda, o fırsata cevap olacak paradigmaların hazır olmaması durumunda fırsat kaçırılır. Atatürk, ortaya çıktığı zaman, doğmuş olan fırsatın cevabı olmayı sağlamıştı.

 

Victor Hugo: “Fikirler, zorla ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez!” “Zamanı gelmiş fikirden daha güçlü hiçbir şey yoktur.”

 

Asıl Sorun; Düşünme Sorunu, Çağdaş Düşünme Yokluğu

“Bütün değişimlerin motoru, düşünme işlemidir.”

 

Müslümanlar, çağımıza kendileri üretmedikleri gibi, ona ayak uyduramamışlardır. Fakat çağ, yine insanlar tarafından üretilmişti. Ama 2500 yıllık düşünme ürünü. Osmanlı, çağı üreten bu tür bir düşünme işlemini hiç yapmamıştı. İslam dünyasının, Akif ve Atatürk zamanındaki ve halen de asıl sorunu, çağdaş düşünüş biçimini yakalayamaması ve onu yapabiliyor olamaması ve onunla icat yapamıyor olmasıdır. Asıl sorun; aklı sınırlı, güdümlü ve şartlı kullanmaya izin veren (mukayyet akıl) dinsel düşünme yerine aklı sınırsız, şartsız ve güdümsüz (mutlak akıl) kullanan felsefi düşünmenin egemen olmasıdır. İnsanlığa egemen olan bütün yeni icatların bu mutlak akılla üretiliyor olmasıdır.

 

İslamı yenilemek gibi bahanelerle kendimizi kandırmayalım. Çağın gereğini yapalım. Zor olan sistematik düşünme işleminden kaçmak amacıyla dini sığınak olarak kullanmayalım. Eğer evren, tanrının yarattığına inanılıyorsa, tanrının evrendeki sistemine bakalım. Hep değişme ve gelişme üzerine kuruludur. Değişim ve gelişimi yasaklayan, olunduğu yerde kalınmayı emreden algılar kesinlikle tanrının olamazlar. O nedenle gelişimi ve değişimi yasaklayan bütün din ve tanrı algılarını anında reddetmek gerekir. Çünkü onlar, Tanrı’nın ve dininin yanlış tanımlamalarıdır.

 

“Müslümanlar, tarih boyunca hep felsefi sorgulayıcı düşünmeye karşı olmuşlardır, çünkü onu yapmak çok zor geldi onlara. Felsefi düşünme sistemli düşünmedir. Dinsel düşünme ise sistemsiz düşünmedir. Müslümanlar her şeyin hep sistemsiz olanını tercih ettiler. Halen de öyledirler.”

 

Müslümanların asıl sorunu, “düşünmeme” sorunudur. Müslümanların geride kalmasının en temel nedeni, Müslümanların hep savunmacı dinsel düşünme yapmasıdır. Yani hep aşağıya doğru düşündüler, yukarıya doğru hiç felsefi düşünmediler. Neticede bu sorgulayıcı felsefi düşünme egemen olmuş ve çağımızı üretmiştir. Artık bu düşünmeyi yapmaksızın var olmak imkansızlaşmıştır. İşte Müslümanların asıl “Beka” sorunu bu düşünmeme işlemi olmuştur.

 

Yapılması Gereken; Zihinsel Devrim

“Türkiye, bundan sonra var olmak istiyorsa; birincisini Atatürk’ün yaptığı zihinsel devrimin ikincisini yapmak zorundadır.”

 

Yapılması gereken şey, Müslümanların tarihinde birincisini Atatürk’ün yaptığı “zihinsel devrimin” ikincisini yapmaktır. Çağımızdaki gelişmeler, Atatürk’ün metodunun haklılığını her geçen gün teyit ediyor. Yapılması gereken şeyin cevabı çok basit ama onu yapmak çok zordur. Çünkü bu, “sistematik felsefi ve teorik düşünme işlemi” yaparak yapılabiliyor. Bunu ise Müslümanlar, çok zor bir iş olarak görüyor ve ondan tarihleri boyunca hep kaçıyor. Kaçtıkça da hem malla hem de canla çok ağır faturalar ödüyor. Bir an önce çağımızın akılcı ve bilimsel düşünüş biçimi öğrenilmeli, onu özümsemeli, onunla fikir ve bilgi üretebilir hale gelinmelidir. Bunu halkın yapmasını istemekten önce, öncelikle ülkenin kafa katmanını işgal edenler yapmalıdırlar. Çağdaş medeniyet, insanlığın kafa katmanını oluşturan filozoflarının ürettiği teorinin uygulamaya dökülüşüdür. Çağdaş medeniyeti, 2500 yıl önce doğan ama 18. asırda egemenliğini kurmaya başlayan insanlığın ürünü beşeri sistematik düşünme üretmiştir. Bu medeniyetin ortak özelliği; geçmişin tamamen zıddı olmasıdır. Geçmişin dinsel düşünüşünün tamamen zıddı olan akılcı ve bilimsel laik düşünmedir. “Türkiye, tüm Türk ve İslam dünyasının kurtuluşu için bütün bilimlerin filozofunu yetiştiren bir “Felsefe Üniversitesi”ni bir an önce kurmalıdır.”

 

Müslümanlar, çağdaşlaşmada asıl problemin, kendilerinin olduğunu çok yakında ağır faturalar ödeyerek dokunmatik olarak anlayacaklardır.

 

“Müslümanların geri kalmalarının temel müsebbibi, kafa katmanı kadrolarını işgal ederek maaş alıp çağdaş düşünme işlemini yapmayanlardır.”

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.