KAMUSAL ve ÖZEL DİN

KAMUSAL ve ÖZEL DİN

 “Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.”
Bernard SHAW

 

Din, bir başka açıdan da kamusal ve özel olmak üzere iki çeşittir. Bu yazımızda, çağdaş din tipi olan özel din tipine Kuran’ın uyumluluğunu tespit etmeye çalışacağız. Özellikle Yahudiliğin ve Hristiyanlığın ortaya çıkmasından itibaren yaklaşık üç bin yıllık devrede insanlık kamusal din aşaması yaşamıştır. Çağımıza kadar ki dönemlerde, dinin kamusal olması egemendi. Fakat çağımızda filozoflar sayesinde bu aşama aşılmış özel dine geçilmiştir.

 

KAMUSAL ve ÖZEL DİN

Kamusal Din

Kamusal din; dini kamusal alanda egemen kılmak ve toplumu dinselleştirmektir. Din toplumu demek toplumsal hayatı ve kolektif ilişkileri dini ilke ve kurallara dayandırmak demektir. Bu durum, cemaatleşmeyi kaçınılmaz kılmak ve dini nesnelleştirmektir.

 

“Dine dayalı toplumlaşma düşüncesi, çağımız öncesi düşüncedir.”

 

Kamusal Dinin Sonuçları

Din, kamusallaştırıldığında organize hale gelir. Manevi ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla insanı sömüren bir organize din kurumu haline dönüşür. Organize dinler, güç, kontrol, politika, para, mülk edinme ve diğer dünyevi kaygılara odaklanan hiyerarşik sistemler yaratırlar. Dinsel hiyerarşi, üyelerinin doğrudan kendi manevi deneyimlerinden hoşlanmaz ve engelleyici, cesaret kırıcı bir tavır sergiler. Bu durumda din, tanrısal kaynakla olan bağlantısını tamamen yitirir.

 

Özel Din

Özel din; seküler ya da laik dindir.

 

Sekülerlik

Seküler kelimesi; Latince çağ, nesil, devir ve dünya anlamına gelen “saecularis” kelimesinden türetilmiş, Fransızca “seculaire”, İngilizce ise “secular” olmuştur. Sekülerlik; her şeyden önce bir düşünme biçimidir. Dinsel dahil her türlü bağlayıcı baskılardan özgür düşünmedir. Gizemden, şifreden, büyüden uzaklaşma, rasyonalleşme ve bilimselleşmedir. Sekülerlik, dini açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan birey olmakla mümkündür.

 

 “Seküler düşünme, çağımızın egemen düşünme biçimidir. Çağımızın fikirsel, bilimsel ve teknolojik bütün ürünleri bu düşünme biçiminin ürünleridir.”

 

Sekülerleşme

Sekülerleşme kavramını Sosyolojiye Max Weber (1864-1920) kazandırmıştır.  Toplumsal ve bireysel bilincin sekülarizasyonu gereklidir. Seküler olabilmek için öncelikle bu düşünme biçimine ulaşmış olmak gerekir. Bu düşünüş biçimine ulaşmamış öznelerin seküler olmaları imkansızdır. Laiklikle bireylik ve Protestanlık birarada gider.

 

“Sekülerleşmenin evrensel bir hal aldığı çağımızda, geçmiş din algısında kalınamaz.”

 

Seküler ve Laik Din

Seküler dinin iki temel özelliği vardır. Biri dinin, kişinin kendisi tarafından belirlenmesidir.

Diğeri kamusal alana egemen kılınmaması ve kişinin özel alanı ile ilgili olmasıdır. Dinin, kamusal alandan kişinin özel hayatına taşınmasıdır.

 

Toplum, kültür, siyaset, ekonomi gibi toplumsal alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarılması, beşeri aklın egemenliğine sokulmasıdır. Eğitimin, kilisenin otoritesinden kurtulmasıdır. Hepsinden önemlisi bilimin; dini, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına almasıdır. Dünyevi problemlerin çözümü için papazlara, rahiplere ve mollalara değil, bilimsel uzmanlara müracaat edilmesidir. Laik din, kişinin tanrısı ile aracısız doğrudan yaşayabildiği dindir.

 

Lâik ve seküler dinin olmadığı bir düzende, kişi, dini tekeline alanların meta malzemesi olur. Din, siyasi ve ekonomik istismara uğrar. Dini ilk istismar edenler dinadamları olur. Onlar, dini ve dindar kişileri, kendilerine verilen yetkilerle istismar ederler. Kuran’ın, ruhbanlığı kötülemesinin bir nedeni, onun dini istismar etmesini gösterdiğini hatırlamak gerekir.

 

Laik din, kişinin dinsel bağımsızlığını teşvik eder, başkasının diktesini ve kontrolünü kabul etmez. Bu nedenle dinsel önderler, kişilerin tanrıyı doğrudan sevmelerini istemezler.

 

Ben

Özel din, “Ben” kavramı ile birlikte gider. Kişiyi “Ben” yapan şey, “cogito” ya da kendi başına düşünme işlemini gerçekleştirmektir. Kendi başına düşünme işlemini gerçekleştiren varlık “Ben” olur. Ben; kendi başına özerk düşünebilen varlıktır. Kendi eylemleri üzerinde tam özerkliğe sahiptir. Bireyin düşünme özerkliğini etkileyecek hiçbir şey kabul edilemez. Kendisini ve tanrısını ancak “Ben”in kendisi anlayabilir. Cogitonun “Ben”i, kendi kendisinin efendisidir. Birey, kendi kendine yeten, bağımsız ve iradesi konusunda özgürdür.

 

“Dini, başkası vasıtasıyla ifa etmek demek, kişinin kendisi düşünemiyor ve başkasının hakimiyeti altında oluyor demektir. Tanrı tarafından tam birey olarak kabul edilmeyen ikinci sınıf kişi demektir.”

 

Paul Tillich şöyle der: “Tanrı’yla bizzat karşılaşmak demek, benliğin zirvesine çıkabilmek demektir. Bu sayededir ki benlik, sınırlı ve verimli durumun ötesine geçebilir. Tanrıyla bir öteki olarak karşılaşmada benlik, kendinin en yüksek düzeyleriyle karşılaşır. Böylece insan, kendi sınırlanmışlığını aşabilen tinsel bir varlık olur. Bu durumda insan, sadece Tanrıyla değil, kendisiyle de yüz yüze gelmiş olur.”

 

Düşünen ben olmaksızın, dini kişinin kendisi algılamış ve ifa etmiş olmaz, onun adına başkası ifa etmiş olur. Başkası, bireyin Tanrısıyla düşünsel yüzyüze gelmesine en büyük engeldir. O, birey ile Tanrısı arasında bir perdedir. Birey onu aşıp tanrısıyla yüzyüze gelemez. Başkası, önünde durduğu bireye, “Buradan öteye gidemezsin. Hatta bensiz hiç gidemezsin,” demektedir. Hem bireysel olarak tanrıya inanma ile yükümlü olup, hem de başkası önderliğinde dini ifa etmek kadar büyük bir çelişki ve bireyin kendi imanını inkar yoktur.

 

“Dinsel önderler, kişilerin tanrılarıyla dindar ilişki içerisinde olmalarını değil, yöneticilerle itaat ilişkisi içerisinde olmalarını isterler.”

 

Kamusal Alan ve Din

Kamusal alan, bir toplumun ortak alanıdır. Ortak alan; herkesin kullandığı, kamuya açık alanlardır. Bu alan, nötr olmak zorundadır. Dinsel, etnik, mezhepsel, cinsel, ideolojik, siyasal ve ekonomik gibi sınıfsal özelliklerin biriyle dizayn edilemez. Aksi takdirde kamusal alan, “demokratik ulusu” oluşturan bütün farklı unsurları kapsayamaz. Demokrasinin; “unity in diversity (farklılıkla birlik)” kuralı gerçekleşemez.

 

Kamusal alan kavramının mucidi J. Habermas (1929- ) şöyle der: “Kamusal alan seküler alandır. Bu alanda diğer bireylerle ortak bir biçimde var olmak rasyonel bir aklı gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla rasyonel düşünceyi engelleyecek her türlü dini inanç ve dogma, kamusal alana girişleri sırasında bireylere engel oluşturmaktadır. Bireyler, farklılıklarını özel alanlarında rahatlıkla yaşamalı, kamusal alanda bunlardan kurtularak rasyonel bir biçimde var olmalıdırlar. Rasyonel düşünme, sorma, sorgulama ve eleştiri, kamusal alanın sağlıklı bir biçimde işlemesinin teminatıdır. Kamusal alan sağlıklı bir iletişime dayanmaktadır.”

 

Habermas şöyle devam eder: “Kamusal alanın din ile dizayn edilmesi rasyonelliğe engeldir. Oysa dini doktrinler, eleştiriye ve sorgulamaya kapalı yapısıyla rasyonelliği dışlamakla birlikte koşulsuz bir itaat talep eder. Dolayısıyla dinsellik, kamusallıkla örtüşmez. Dini konular, rasyonel bir biçimde tartışılmayacak metafizik önermeler barındırır. Kısaca din tartışılamaz. Rasyonel bir akıl yürütme tarzının geçerli olduğu kamusal alanda tartışma özgürlüğü vardır. Fakat dini inanç sistemlerinin etkisi altındaki kamusal alanlarda tartışma mümkün değildir. Bu, dini konuların tartışmaya ve uzlaşıya kapalı olmalarından kaynaklanır. Dolayısıyla dini inançlar kamusal alandan ziyade özel alanda yaşanmak durumundadır.”

 

KURAN’IN DİN TİPİ

Kamusal Alanı Dine Uydurmak

Kuran, dini, toplumsal sistem yapmak, toplumsal hayatı ve kamusal alanı dine uydurmak amacı yoktur. Kamusal alanı dine uydurmayı emreden bir tane dahi ayet yoktur. İbadetlere dayalı bir kamusal alan üretmez. Bu nedenle ülkenin her tarafını mescit ve minare ile doldurmamıştır. Hatta hiç minare inşa etmemiştir. Kuran’ın, ibadetlerin cemaatle ifasını farz yapmaması, dini kamusallaştırmak istemediğindendir. İbadetleri toplumun yapısı yapmaz. Bu nedenle ibadetlerini yapanın cennete, yapmayanın cehenneme gideceğine dair bir tane ayet yoktur. Ama “salih amel” yapmakla ilgili yüzlerce ayet vardır.

 

“Antropolojiye göre; kamusal alanı mabetlerle doldurmak, insanlığın on bin yıl önceki akıl çapında kalmış olmaktandır.”

 

Kültür Değişimi

Kuran, din kavramından toplumun kültürünü değiştirip dine uydurmaz. Nitekim geldiği toplumdaki mevcut kültürü değiştirmez. Toplumunu, ana akım toplumla kültürel farklılaşmaya götürmemiştir. Hiçbir ayette kültürel biçimi belirlememiştir. Bu nedenle toplumdan ayrıştıracak farklı bir giyim ve kuşam getirmemiştir.

 

Dini Yaşamaya Karışmamak

Seküler ve laik din; dinadamı, devlet ya da başka bir bireyin, kişinin dini yaşamına karışamamasıdır. Başkalarının dini yaşayıp yaşamadığıyla ilgilenmemesidir. Kuran, seküler din gibi, insanların dini yaşamına karışmayı kabul etmez. Kişinin dininin, başkasını ilgilendirmesini istemez. Dinadamı yönetiminde ibadet yapmayı farz yapmak, din kurumunun, kişilere ibadet yapmalarına karışmaya izin vermektir. Kuran, İşte bu nedenle Peygamber kıldırmasına rağmen, arkasında namaz kılmayı farz yapmamıştır. Hz. Peygamber de hiç kimsenin ibadetini yapıp yapmadığı ile meşgul olmamıştır.

 

Tekdüze Din Belirlemek

Özel din, herkesin kendi din anlayışını kendisi belirlemesidir. Bir kurumun ya da kişinin algıladığı ve belirlediği tekdüze din anlayışını kişilere empoze etmemesidir. Bu açıdan da bakıldığında Kuran’ın özel din taraftarı olduğu görülür. Çünkü Kuran, düzenleyen bir kişi ya da kurumdan söz etmez. Üstelik kurumsal dini sonlandırmak istediği için böyle bir otoritenin kurulmasını istemez.

 

Kuran, ibadetlerin ve inancın neler olduklarını ana hatlarıyla söylemiş ancak biçimlerini ve detaylarını belirten bir tane ayet getirmemiştir. Bu durum çok önemlidir. Şayet Kuran için biçimler önemli olsaydı mesela namazın biçimini belirten en azından bir tane ayet getirirdi. Namazın biçimini kişilerin kendilerine bırakmıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi müesses dinlerin tekdüze ibadet pratiklerini sonlandırmak istediğinden tekdüze bir ibadet biçimi getirmemiştir. Herkesin kendi din işlerini yürütmesini kişilerin kendilerine bırakmıştır.

 

Rölativite

İbadetlerin biçim ve detaylarını kişilerin kendi algılarına bırakmıştır. Bu nedenle biçimlerde ve detaylarda rölativite uygular. Herkesin algı kapasitesi aynı olmayacağına ve rölatif olacağına göre herkese tekdüze bir din belirlemek gerçekçi olmadığından Kuran, herkesi kendi algısına göre dinini yaşamaya bırakmıştır.

 

Din Mevzuatı Belirlemek

İbadetleri bozan durumları anlatan bir tane ayet yoktur. Hiç kimseye “senin ibadetin bozuldu” şeklinde bir düzeltmesi yoktur. Fakat daha sonraları Müslüman din alimleri, siyasal iktidarların isteği üzerine, Yahudiliği taklit ederek, tekdüze din üretmek ve kendilerinin hayatını kazanmak amacıyla bir maddesi dahi Kuran’da bulunmayan ciltler dolusu ibadet mevzuatı ürettiler.

 

“Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya çalışır, kalabalıkta derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlaşılmaz olmaya çalışır. Kalabalık dibini göremediği her şeyi derin sanır çünkü!” Nietzche

 

Din Anlatma Yetkisi

Kuran, hiç kimseye din anlatma yetkisini vermemiştir. Çünkü hiç kimsenin, kendi din algısını başkalarına empoze etmesini istememiştir. Herkesin kendi din algısı, kendisini bağlar. Bu nedenle Kuran’a göre, hiç kimse kendi algıladığı dini başkasına empoze etmeye çalışamaz.

 

“Fakat günümüz Türkiye’sinde din anlatımı bir meta yapılmıştır. Kuran’a göre bundan kazanılan para haramdır.”

 

Kişilere Dini Dayatma

Kuran, dine girmeyi de kişilere bırakmıştır: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” Bakara, 256. Bu nedenle kimsenin oruç tutmasını, namaz kılmasını dayatmamış ve kontrol etmemiştir: “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” Nisa, 80. “Onların üzerinde bir zorba değilsin.” Ğaşiye, 28.

 

Kuran, kişilere hiçbir dini unsuru dayatmaz. Kişilere sadece ahlaki öğütler verir. Bunun en güzel örneği kadınların örtünmesi meselesinde görülür: “Ey nebi! Hanımlarına ve müminlerin kadınlarına söyle de cilbablarını (dış elbiselerini) üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınıp eziyet edilmemelerine en uygun olandır. “ Ahzab, 59. Bu ayette görüldüğü üzere Kuran, kadınlara giysi dayatması yapmıyor. Onların huzuru için bir öneride bulunuyor. Önerdiği giysiyi giymeyenler cehenneme, giyenler cennete gider şeklinde bir müeyyide de kullanmıyor.  Peygamberin; ortalıkta dolaşıp da kim örtülü kim açık, kim namaz kılmış kim kılmamış, kim oruç tutmuş kim tutmamış diye kontrol ettiği vaki değildir.

 

Tanrı’yla Doğrudan Özel İlişki

Özel din, kişinin Tanrısı ile bizzat doğrudan bağ kurmasıdır. Namazı kılma ve diğer ibadetlerle ilgili bütün ayetlerin, “ifa edin” şeklinde kişilere hitap etmesi, kişilerin, tanrıyla özel ilişki kurmalarını istediğini gösterir. Kuran, kişinin, Tanrısıyla bizzat kendisi yüzyüze gelmesini ister. Bu nedenle mesela namazda kişisel huşu yani konsantrasyon ister. Tanrıyla özel ilişki kurabilmek için ilişki kurmayı öğrenmek gerekir. Başkası vasıtasıyla ilişki kuran kişi, kendisi doğrudan ilişki kurmayı öğrenemeyecektir.

 

Kuran, kişinin sahip olduğu “potansiyelini ve kendisini gerçekleştirmesini”, böylece dünyası anlamındaki “kosmos” adı verilen “ben”ini inşa edip tam teşekküllü, müstakil “bizatihi birey” olmasını ve tanrısıyla doğrudan iletişim kurmasını emreder. Bu nedenle dini özel bir iş görür.

“Dindar değil de dinsel kişi, dini kamusallaştırmak ama dünyayı özelleştirmek ister.”

Dini Devlet İşlerine Karıştırmak

Hz. Peygamber, aynı zamanda devlet yöneticisi olduğundan, ibadetlerin kendi nezaretinde yapılmasını şart koşsaydı, hem din işlerini devlet işlerine karıştırmış hem de devlet, ibadet yapılmasını zorlamış olacaktı. O, kişilerin dini yaşamlarına müdahale etmemiştir. Nitekim kişilerin yanlış yaptıkları ibadetlerine dahi müdahalesine dair bir tane ayet yoktur.

 

TÜRKİYE

Dine Dayalı Olmak

Toplumun ve devletin dine dayalı olması çağımız öncesi aşamadır ve Kuran’a aykırıdır. Eğer çağımızda bir toplum ve devlet dine dayalı hareket ediyorsa, o hala çağımız öncesinde kalmış demektir. Anayasasında laiklik yazmasına rağmen ülkenin her tarafını mabet doldurması, ezanı herkese devlet eliyle dayatması sistemsel olarak çarpık olduğunun göstergesidir.

 

“Kuran’ın mabette ve cemaatle ibadet yapılmasına dair bir emri bulunmadığı ve onu farz yapmadığı halde, arazileri dinselleştirmek amacıyla ortalığı mabet doldurmak, İslam’ı tahrif etmek ve kurgusal din uydurmaktır..”

 

Muasır Medeniyet Seviyesi

Türkiye’de sıklıkla söylenen söz, “çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” sözüdür. Fakat şu bilinmelidir ki, bunu başarabilmenin yolu, öncelikle din alanında çağdaş algıya ulaşmaktan geçer. Din algısı eski kaldığı sürece bu hedefe ulaşılması söz konusu olamaz. Üstelik din algısı konusunda ilkelliğe doğru dozaj artırılarak geri gidildikçe bunu başarmak imkansızlaşır. Kanunlarda suç yapılan ilkel bağırmayı, stereolu ve ekolu milyonlarca hoparlörle ve aşırı ses tonuyla bütün ülke çapında ezan ve sala bahanesiyle dinin omurgası yapıp sürdürmek, muasır medeniye seviyesinden uzaklaşıldığının gösterenidir.

 

“Muasır medeniyet, terabit kafanın işidir. Kilobit kafa ile terabit işlere soyunulamaz.”

 

İslamofobi ve Türkiye

Türkiye, muasır medeniyet seviyesine hatta üzerine çıkmaktan söz ederken, insanlık Türkiye’nin İslamofobisine kapılmıştır. İlk felsefenin doğuşundan sonra gelen Hristiyanlığı, kamusal yapan organize Katolik Kilisesi tarafından felsefe bin beş yüz yıl sekteye uğratılmıştı. Bu döneme, ardından gelen Aydınlanma çağı, “karanlık çağ” adını vermişti. Felsefe, kamusal dini aştıktan sonra tekrar doğabilmişti. O nedenle önce bunu aşmakla boğuştu. İnsanlıkta, Aydınlanma ile gelen ikinci felsefe çağından sonra tekrar felsefeye düşman bir karanlık çağın geleceği ve felsefeye tekrar sekte vuracağı endişesi vardır. Bu sekteyi, Türkiye’nin vuracağını düşünmektedir. Çünkü Türkiye hem hala felsefeye düşmandır hem de ortaçağın Katolik Kilisesi gibi, İslam’ı kamusal yapıp organize ve kurumsal hale getiren tek ülke görünümündedir. Organize ve kamusal dini, insanlık, felsefenin önündeki en büyük engel gördüğünden İslamofobiye kapılmaktadır.

 

Türkiye’de İlahiyatlar

Toplumun dinsel olduğu Batı’da insanlığı çağımızın akıl çapına getirenler, düşünme işlemi yaparak dinsel düşünmeyi ve mevcut din anlayışını aşan din alimleridir. Türkiye de, çağı yakalamak ve bundan sonra var olmak istiyorsa, çağımızı yakalamış ilahiyatçılar yetiştirmek zorundadırlar. Bu ilahiyatçılar öncelikle çağımızın kurum, kuram, sistem ve değerleri iyice öğrenmelilerdir. Ardından zor olan, çağımızın akıl çapına ulaşmalıdırlar. Ardından başta dini sonra da toplumu çağdaşlaştırmalıdırlar. Fakat Türkiye ilahiyatı, bunları yapamadığı için, işin kolayını seçerek, bin yıl önceki akıl çapını ve fikirleri din diye günümüz toplumuna dayatmaya çalışıyor. Kuran’ın özünü ve ruhunu kavrayamadığı için onun kabuğu ile boğuşuyor. Kuran’ın kabuğu değil, karakteri bilimsel ve felsefi metotlarla tanınmalıdır.

 

“Dinsel toplumlarda çağdaşlaşma, ancak arkaik din algısını aşmış ve çağdaş teolojiyi kavramış din alimleri ile mümkündür.”

 

SONUÇ

Dinin kamusal olması, insanlığın bireyliğe ulaşmadığı dönemlerin ürünüdür. Sekülerleşme, çoğulculaşma, bireyleşme ve öznelleşme gibi her alanda yeni icatların yapıldığı çağımızda özel dine geçilmiştir. Bu gelişmelerin dünyanın her insanına yayıldığı ve geleneksel kurumların her geçen gün bir bir yok olduğu bir dünyada arkaik din algısını sürdürmek imkansızdır. İçinde yaşadığı çağda geçmişi sürdürmeye çalışanları insanlık yok etmektedir.

 

“Çoğulculuğun ve bireyselliğin egemen olduğu bir dünyada tek düze dogmatizmin hiçbir çeşidine hayat yoktur.”

 

Dinler, kendileri değil, modernleşen özneler tarafından çağa adapte edilebilirler. Adapteyi dinsel toplumlara “taşıyıcı araçlar”, olan çağdaş teolojiyi yakalamış din alimleridir.

 

“Öğrenmek için hiç çaba sarf etmediği halde, kendisi için en önemli şeyin din olduğunu söylemek en büyük yalandır.”

 

Kuran’ın getirmek istediği din tipinin, çağımızda insan aklının çapının ürettiği laik özel din sistemi olduğu ortaya çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında Kuran’ın, laik ve Protestan dini algıyı getiren ilk kitap olduğu görülür. O, geldiği dönemdeki mevcut müesses kamusal din anlayışına meydan okur.

 

“Çağımızda eski dinamikleri kullanmak, akıntıyı tersine çevirmeye çalışmak olduğundan boşuna bir çabadır. Antropolojik olarak insanlık, geçtiği aşamaya bir daha geri dönmemiştir.”

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.