GİORDANO BRUNO (1548-1600)

 

GİORDANO BRUNO (1548-1600)

 

Giordano Bruno; İtalyan filozof, rahip, gökbilimcidir. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların başında gelir. Tarikat mensubu bir dindardı. Hatta Kilisede rahip idi. Sonra, Kopernik sistemi ile tanışınca,  tarikat mensubu ve rahip olmayı bıraktı ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları koparttı.

 

“Dinin magma tabakasına inip, oradan 28 yaşında geldiği aşamaya bakın!”

 

Şu tespiti yapar: “Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyledi. Sonsuz sayıda güneş bulunmaktadır; yedi gezegenin bizim güneşimiz etrafında döndüğü gibi, bunlar etrafında da dönen gezegenleri vardır. Bu dünyalarda yaşayan varlıklar bulunmaktadır.”

 

Kopernik kuramına dayanan, “güneş merkezli sistem”, Kilisenin, milleti sömüren söylemlerine ters düşüyor, Bruno’nun bunları savunması Kilisenin öfkesini çekiyordu.

 

Bruno, insanlığın yaratılış kaderinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söyledi. Kilise için bu olacak iş değildi. Kilise ye göre yaratılış; Ademle başlamış, Kıyametle sona erecekti.

 

1576 yılında, 28 yaşında iken dinsizlik şuçlamasıyla hakkında dava açıldı.

 

Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı, sürekli gezdi. Cenevre’ye geçti, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra’da devam etti yaşamına. 1582 yılında Fransa Sorbonne Üniversitesi’nde bir kürsü elde etti. Londra’da eserlerinin bir bölümünü bastırdı. Kısa bir süreliğine yine Paris’e geçti. Bu defa da Almanya’ya gitti ve eserlerini yayımlatma çabalarını sürdürdü. Daha sonra Zürih’e geçti.

 

Bir İtalyan aristokrat olan öğrencisi Macenigo tarafından Venedik’e davet edilince, özlediği ülkesine kavuşacağından, daveti kabul etti. Burada Galileo Galilei ile tanıştı. Ama öğrencisi Mocenigo ile çatışınca, onun tarafından Engizisyon’a teslim edildi.

 

Bruno; evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser. Buna göre, Kutsal Kitaplarda ve Ortaçağ dinsel düşüncede temel alınan gök ile yer ayrılığını reddetti. Tanrı’nın ve evrenin birbirinden farklı iki töz olmadığı, aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu söyledi. Ona göre her şey, Tanrısal kuvvetin görünüşüdür: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, düşüncelerini açıklanmaktan kaçınmamıştır.

“Din işportacıları için, Tanrının gerçekliği değil, kendi çıkarları önemlidir.”

 

Bruno gibi kişiler, şu karakterde idiler:

“Cesaret; korkunun yokluğu değil, korkuya rağmen harekete geçmektir.” A. Maslow

 

Engizisyon Mahkemesi tarafından, düşüncelerinden vazgeçmesi durumunda Kilise tarafından affedileceği söylendi. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi. Sekiz yıl hapiste kalarak; tanrıya saygısızlık, ahlaksız davranış ve dinden çıkmak suçlarından yargılandı. Uzun bir yargılamanın sonunda Hristiyanlık’ın ünlü ilkesine göre, “kanı akıtılmaksızın eziyet edilerek öldürülmesine,” karar verildi.

 

Adam, dinsel değil, bilimsel şeyler söylüyor, ama dine aykırılıkla mahkum ediliyor. Nedendir acaba? Dine aykırı görüşleri nedeniyle 1600 yılında Roma’da diri diri yakılarak idam edildi. Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: “Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz.”

 

İnsanlık, bugününü, dinsel düşünmeyi aşmış ve insanlık için canını vermiş dinadamı olan düşünür ve bilimadamlarına borçludur. Manevi şahsiyetleri önünde saygıyla eğiliyoruz.

 

Roma’nın, Campo dei Fiori (Çiçek Alanı) meydanında Bruno’nun heykeli vardır. Bu meydan, 1600 yılının soğuk bir şubat günü, tahta ateşinde Bruno’nun diri diri yakıldığı yerdir.

 

İnsanlığın aydınlanması için savaşan Bruno, tarihin her dönemimde, halkların karanlıkta kalmalarını isteyen resmi görüşün savunucusu otorite tarafından yakılmıştır. Tarih boyunca, genellikle her resmi görüş, karanlığın temsilcisi olmuştur. Ancak, gerçeği yakalayan bilimin savunucuları, aydınlığı temsil ederler. Bilim tarihinin, en aydınlık kişiliklerinden birisi de Bruno’dur. İnandığı doğruyu, kendisine hiçbir çıkar sağlamadığı halde, salt insanlığa sağlayacağı çıkar için dirençle savunan insanların en güzel örneğidir.

 

Kendileri yararlanmadıkları halde, bizlere bugünü sağlayanlar, tarih boyunca, hep resmi ve özel din işportacıları tarafından, “kafirlik” suçlamasıyla öldürüldüler. İnsanlığın bugününü doğuranlar, örgütlü dinden çektikleri işkenceyi, Tanrı’dan ne çekmişler ne de çekeceklerdir.

İnsanlık, o katillere lanet okuyor.

 

Bruno’yu öldürenlerin adlarını hiç kimse bilmiyor ama onun adını bilmeyen hiç kimse yoktur.

 

“Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise, kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” G. Bruno

 

Fakat aynı din işportacıları bugün, hem dinin hem de bilimin yağından yararlanırlar. Hem bilime karşı çıkarlar hem de ondan yararlanırlar. Duayı tanrıya yaparlar, devayı kafirden beklerler. Bu karakter, şahsiyetsiz karakterdir. Bu kişilerden uzak durmak gerekir, bunlar çok zararlı mahluklardır. Bunlar, “Hem sevap hem kebap duble menfaat”çı hilkat garibeleridirler. Bu karakterin egemen olduğu ülkede, bir tane bile Bruno çıkamaz.

 

“Bruno’dan beş asır sonra bugün bile hala ortaçağ Kilise din zihniyetinde olup bilimin ciddiyetinin farkında olamayanlar ayıklanacaklardır.”

 

“Din işportacıları için, kişinin dine değil, işportacıya karşı olması dinsizliktir.”

 

 “Asırlardır din satmanın ve satın almanın faturasının ne olduğunu herkes görecektir.”

 

 

ENGİZİSYON MAHKEMESİ

“Allah, dincilerin zulmünden korusun!”

 

İnsanlığı doğuran düşünür ve biliminsanlarını yok eden engizisyon mahkemesini biraz tanımak gerekir. Bu mahkemeyi ve zulumlerini hiç unutmamak gerekir. Engizisyon (inquisitio, soruşturma); Katolik Kilisesi’ne bağlı bir mahkeme sistemi idi. Katolikliğin inançlarına karşı gelenleri sapkın sayarak cezalandırmak için kurulan kilise mahkemesidir. 1231’de başlamış, 1807’de lağvedilmiştir.

 

Engizisyonun İşkenceleri

– Kazığa oturtarak öldürmek. Kazık ağzından çıkana kadar bastırırlardı.

– Odun ateşinde diri diri yakmak.

– Testereyle ortadan ikiye bölmek,

– Tavana el bileklerinden asıp ayaklarına ağırlık bağlayarak kol ve bacaklarının çıkarmak,

– Suçlunun boğazına keten bez tıkayarak su dökmek,

– Yırtıcı hayvanların önüne atarak, canlı canlı yedirmek.

– Her tarafı çivi çakılmış fıçının içinde döndürerek vücuda batmasını sağlamak

– Fakat en ünlü işkence yöntemi, “Böğüren Boğa”dır. Mahkum kişi, metalden bir boğanın karnına koyulur ve boğanın altında ateş yakılarak acı en üst seviyeye çıkartılarak öldürülür.

 

İnfazlar, halkın gözü önünde, kralın katılımıyla gerçekleşirdi, Papa tarafından yönetilirdi.

Ömür boyu hapis cezası alanların ve hayatını kaybedenlerin mal varlıklarına el koyulur, aileleri de yoksulluğa terk edilirdi.

Üstelik tüm bunları tanrı için yaparlardı.

 

“Tarih boyunca, dincilerin yaptıkları zulümleri hiçbir asker ve hükümdar yapmamıştır.”

Kitap

Aburreşid İbrahim (1857-1944)

Kırım Tatarlarındandır. İslam alimidir. Rusya’daki medreselerde öğrenim gördü. Müderrislik yaptı. Önce Rusya Müslüman Türklerini birleştirme çabalarıyla tanındı. 1911 yılında Osmanlı Devleti’nin İtalya’ya karşı Trablusgarp Savaşı’na katıldı. 1912-1914 yıllarında; İstanbul Sultanahmet, Ayasofya, Şehzadebaşı camilerinde vaazlar verdi. Mehmet Akif ile tanışıp dost oldu. 1918’de Osmanlı istihbarat örgütü adına, Rusya Müslümanlarını savunan bir büro açmak için İsviçre’ye gitti. 1933’te Japonya’ya gitti. Tokyo Camisi’nin temelini attırdı. Cami, 1937’de ibadete açıldı. İlk imamı kendisi oldu. 1939’da İslamiyet’in Japonya’da resmi din olarak tanınması ve teşkilat kurma hakkı kazanmasında rol oynadı.

 

Kitabı

“Alem-i İslam”

Bu kitap, 1910 gibi yıllarda, Halifenin olduğu dönemde yazılmıştır.

 

Bu kitabın 891. sayfasında şöyle der:

“Zaten camilerde müezzinlerin bağırıp çağırmaları doğrudan doğruya Rus kiliselerinden alınmış Hristiyanlıktır. Dini kitaplarımızda buna cevaz veren bir rivayet bulunmayacağına herkes kanidir. Bugün İstanbul’da salatin camilerinde okunmakta olan ezan, kamet ve bir takım şen’î uydurmalara bilhassa İslam Halifesi huzurunda nasıl cevaz verilebilir? Bu kadar manasız sözlerle bağırmaktan nasıl utanmıyorlar?”

 

“Caminin ve kafaların içini bilgi ile dolduramama acziyetini, dışarıda havayı ve kul hakkı yemekle kulakları sesle bağırarak doldurma telafisi, daha Osmanlı zamanında da varmıştı. Bu durum, Osmanlı’nın çöküşünün bir nedenidir.”

 

Zoon akustik; gürültü toplumu demektir. Bir ülke düşünün ki, dini dahil bütün işlerini bağırma gürültüsü ile icra ediyor. Bir kesim ağzıyla, diğer kesim egzozuyla bağırıyor. Bu gürültüyü yönetemeyen devlet otoritesi olmaz. Orada devlet otoritesi boşluğu vardır. Susturucusuz egzozu dahi susturamayan otoriteye otorite denemez.

 

Bir sonraki yazımız olan “Bizler” yazımızı, bu yazımızla ilintili okumak gerekir.

 

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.