TÜRKİYE’NİN İSLAM ISRARI

TÜRKİYE’NİN İSLAM ISRARI

“Allah’a yakın ol, dincilerden uzak dur!”

İslam’a Patolojik Bağlılık

Türkiye’nin İslam’a patolojik bir bağlılığı vardır. İslam’ı yaşamadığı halde ona aşırı bağlıdır. Neden? İslam’ın sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki velhasıl hiçbir alandaki paradigmasını bugün uygulamıyor ama İslam’ı da kimseye kaptırmak istemiyor. Peki neden? Bu duruma Felsefe, “anakronik-şizofreni” diyor.

 

“Türkiye, İslam’ın ve peygamberinin savunmasını Araplardan daha çok yapıyor. Neden?”

 

“Kraldan çok kralcı olmak,” şeklinde ifade edilen durum, İslam konusunda Türkiye’de mevcuttur. Araplarda bulunmayan bir İslamcılık var. Bunun bazı nedenleri aşağıda görülecektir. Türkiye, kendisini İslam’a girmiş olarak kabul ettirmek istemektedir ama bu işin jürisi bunu kabul etmiyor. Çünkü Türkiye’nin istediği tipte bir din ne orijinal ve olgusal İslam’da ne de genel teoloji tarihinde mevcuttur.

 

“Politika sonradan küskünlere, kapitalizm sonradan görmelere, dinler de sonradan dönmelere bel bağlarlar.”

 

ANTROPOLOJİK NEDEN

Tarih Sahnesine Geç Çıkma

Antropolojik olarak; genelde Müslümanlar, tarih sahnesine geç çıkan insanlar olma özelliğine sahiptirler. Nitekim Semitik din kanalına İslam vasıtasıyla en son girenlerdir. Tarih sahnesine geç çıkan topluluklar, daha önceki insanlık tarihini, kendilerinin görmezler ve onu yok sayarlar. Çünkü daha önceki tarihte, katkıları olmadığından kendilerine yer bulamazlar. İslam da, kendisinden önceki tarihi yok sayar ve onu “cahiliye” olarak nitelendirir. Böylece kendisini tarihle kopuşa sokarak tarihsiz ve köksüz yapar. Dolayısıyla tarihini İslam’la başlatan toplulukların, ondan önce tarihleri yoktur. Her şeye sıfırdan başlarlar. Her alanda sıfırdan sistem ve paradigma üretme zorunlulukları vardır. İnsanlığın daha önce geçtiği evreleri “gecikmiş eylem” olarak sonradan yaşarlar. Bu durum, özellikle düşün ve bilim başta olmak üzere her alanda bir geç ve geride kalmayı doğurur. Batılı toplumlara baktığımızda, onlar, kendi tarihleri olmasa da, insanlığın bütün düşün ve bilim tarihini kendi tarihleri olarak görrerek, tarih sahnesine geç çıksalar da kendilerini gecikmiş durumdan kurtarmaya çalışırlar. Böylece kendilerini insanlığın sahipleri olarak görürler.

 

“Sonradan olmanın dezavantajlarından biri, öncekilerin taklitçisi olmaktır.”

 

Aşağılık Kompleksi

Geriden gelenlerin, ileride olduklarından dolayı öncekilere karşı aşağılık kompleksleri vardır. Onlara, görünürde düşmanlık ama içteniçe hayranlık duyarlar. Bu nedenle geç kalanların sosyal psikolojilerinde “dış itibar” düşkünlüğü vardır. Bu, öncekilere kendini kabul ettirme ve yaranma uğraşısıdır. Çünkü her alanda paradigmaları bu öncekiler belirlemişlerdir. Sonra gelenler bu önceki paradigmaları izlerler ve taklit ederler.

 

İnsanlık Çizgisi

 İnsanlıkta “insanlık çizgisi” adında “ana akım” bir güzergah vardır. Bunu her devrin düşünürleri üretmiştir. Bütün toplumlar bu çizgiye dahil olmak zorunda kalmışlardır. Bu çizginin üç bin yıl önceki kesiti Yahudilik tarafından belirlenmişti. Ardından Hristiyanlık tarafından sürdürüldü. Fakat bu arada insanlık çizgisine milattan önce son bin yılda “felsefi düşünme” diye bir girdi yapıldı. Çağımız öncesi kesiti, Yahudi-Hristiyanlık idi. İslam, bu aşamada geldiğinden, Yahudi-Hristiyan dinsel kesitine dahil olmaya çalışmıştır. Nitekim bu kesite dahil olmak amacıyla Abbasiler, “Beytul Hikme” adlı felsefi, bilimsel ve teolojik hareket üretmiştir. Fakat bu çaba, İslam’ı insanlık çizgisini sürdüren bir kesit yapamadı.

 

Çağımızdaki kesiti, dinsel kesitten tamamen çıkılarak, daha önce girdi yapan felsefi düşünme kesiti devralmıştır. Çağımız öncesi Türkler; Selçuklu ve Osmanlı adıyla, bu dinsel kesite dahil olma teşebbüsü yapmıştı. Fakat bu kesite bir katkıda bulunamadı. Çünkü teolojik, felsefi ve bilimsel çalışmalar yapmadığından bu kesite bir katkı yapmamıştır. Çağımızdaki kesite Atatürk’ün Cumhuriyet devrimiyle dahil olma teşebbüsü yapıldı. Bu nedenle çağımızın felsefe ve bilimine eklemlenip üretim yaparak insanlık çizgisinin çağımız kesitine katkıda bulunmak istemiştir ama bunu henüz başaramamıştır. Üniversitelerimizin, ilk beş yüze girememesi bu katkıyı yapmadığının göstergesi kabul edilir.

 

Dahil Edilme İhtiyacı

Antropolojiye göre, toplumlar varlıklarını sürdürebilmek, kişilik kazanmak ve küresel sosyalleşerek kabul görme arzusu nedeniyle insanlık çizgisine dahil edilme ihtiyacı duyarlar. Dahil olmayı, ancak o çağın standartlarında felsefi ve bilimsel ürünler üretmekle gerçekleştirmek mümkündür. Kendileri, çağın istediği standartta fikirsel ve bilimsel ürünler üretemeyen toplumlar, dinlere sığınırlar. Sosyal psikolojiye göre, dahil edilme ihtiyacı en ilkel ve çocukluk dönemi psikolojik ihtiyacıdır.

 

Bir toplum düşünün; çağında dünyanın entelektüel, bilimsel ve felsefi dünyasında söyleyebilecek hiçbir özgün ve öznel ürünü, hiçbir dinleyicisi ve değeri yok. Üstelik o dünyada olup bitenleri anlamıyor ve anlamlandıramıyor. Oraya uyum sağlayamadığı gibi oraya düşman olmakla övündüğünü açıkça söylüyor. O dünya ile sosyalleşemiyor ve kültürleşemiyor. Kendisini orada ispat edecek çağdaş kişilik kazanamıyor. Çağdaşlığın nazarında “Genelleştirilmiş bir öteki” olmaktan kurtulamıyor. Kafa ile yapılabilen bu işlemleri yapamayınca, kendisinin varlığını ispat etmek için doğal ve bedensel aygıtları kullanarak en azından sözel şiddete başvuruyor.

 

Türkler ve İslam Tarihine Dahil Olma

Türklerin, Tarihlerini İslam’la Başlatmaları

Türkler, tarihlerini İslam’la başlatırlar. Halbuki onların tarihi daha öncelere dayanır. Tarihi, İslam’la başlatmak, Türkleri köksüz ve tarihsiz yapmaktadır. İslam’la başlatmak istemelerinin şu nedeni olabilir: Türkler’in, İslam öncesinde entelektüel ürünler üretemediklerine inanmalarıdır. Bir din bile üretememişlerdi. Özellikle insanlık ana akım medeniyetinin o devirlerdeki kesitini eline alan Semitik din zincirinde Hristiyanlık ve İslam gibi bir halka üretemediler. Bu eksikliğini telafi etmek amacıyla ana akım medeniyete dahil olmak ister.

 

“Büyük milletlerin içinden din üretemeyen tek millet belki de sadece Türklerdir.”

 

Sünnilik, Alevilik

Türkler, Semitik din kanalına İslam kanalıyla en son girenlerdir. Yani dinle tanışmada Araplardan daha geç kalmışlardır. Bu geç kalmışlığın sonuçları, İslam tarihinin ilk problemlerini hala tartışıyor olmalarında görülür. Sünniliğin ve Aleviliğin çıktığı İslam’ın ilk döneminde Müslüman olmadıkları, onlar arasında çıkan siyasal savaşlarda ne öldüren ne de öldürülen tarafta yer almadıkları halde hala o problemleri tartışıyorlar. Tartışmanın sebebi, o tarihi kendi tarihi yaparak o tarihe kabul edilmek ihtiyacı duymasındandır. Bu problem, tarihini İslam’la başlatmaktandır. Ne öldüren ne de öldürülen tarafında yer almadığın tarih senin tarihin olamaz. İleride Avrupa Birliğine girdiğimizde, onun tarihi bizim tarihimiz mi olacak? Bir sisteme dahil olmak, o sistemin tarihine girmekle olmaz. O sistemin değerlerini almak ve onlarla oluşmakla olur. Şimdi Türkler İslam’ın değerleri ile İslamlaşamadıklarından, onun tarihiyle İslamlaşmaya çalışıyor. Boşuna uğraşıdır. Bu tartışmalarla topluma yazık edilir.

 

Türkiye, antropolojik olarak, bu dahil olma ihtiyacında bir toplum olma durumunun göstergelerini gösteren bir toplum olarak görülür. Fakat bu dahil olmayı, kendi ürettiği fikirsel ve bilimsel ürünlerle yapamadığından, hasbelkader dünyada bir değer edinmiş olan İslam tarihine sığınarak telafi yoluna gider. İslam tarihine dahil olma pahasına İslam tarihinde yaşanan savaşların tarafı olmaktadır. Halbuki Türkler, bu savaşlar vuku bulduklarında Müslüman ve o savaşlarda aktör değillerdi. Türk Aleviler de aynı hatayı işlemektedirler. Onlar da Ali’ye karşı işlenen eylemler gerçekleştiklerinde Müslüman olmamışlardı henüz.

 

İslam hareketinin kuruluşundaki ve daha sonraki iktidar kavgalarının taraflarından birinde yer almayıp, onbinlerce öldüren ve bir o kadar sayıda öldürenlerden olmayıp, o kavganın taraflarında asırlar sonra yer almaya ve bu tarihi kendi tarihi yapmaya çalışmak, tarih felsefesi açısından saçmadır ve imkansızdır.

 

Geç Kalmışlık ve İslamcılık

Türkiye, geç kalmışlığını telafi etmek amacıyla, geçmişin ürünü olan İslamcılığa sığınır. Eski malzeme ile yeni bir şey yapılamaz ki. İslamcılık, İslam’ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hakim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek, İslam ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik bir çözüm arayışı olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanmıştır.

 

“Osmanlı aydınları, Batı’daki felsefeyi övmeye başladılar ama aynı evsafta felsefeyi yapan hiç kimse çıkmadı.”

 

XIX. yüzyılda Müslümanlar eğitim, bilim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlıktan kurtulmak için bir taraftan Batı’nın bilim ve teknolojisini almanın ve modernizasyonun gerekliliği üzerinde dururken, diğer taraftan onun pozitivist, materyalist kültürüne ve felsefesine karşı kendi inanç ve geleneklerini koruyup geliştirmek amacıyla bir dönüşüm ve değişim içerisine girmişlerdir. Ama korumaya çalıştıkları ürünler yine kendi ürünleri değildi, İslam adı altında ve Allah da olsa, başkasının ürünleriydi. Osmanlı kendisini modernleştiremedi.

 

“Düşünmeyi sevmeyen ve bilgisizliği seven toplumlar, dinlere sığınırlar.”

Kolektif Kimlik

Türkiye’nin İslam ısrarının bir diğer önemli nedeni felsefidir. Türkiye kolektif kimlik üretemiyor. Kolektif kimlik, düşünürler ve filozoflar tarafından üretilir. Türkiye’nin bunu üretecek çağdaş evsafta bir tane düşünürü ve filozofu yoktur. Bu nedenle kimlik yokluğunu İslam’la telafi etmeye çalışmaktadır.

 

“Dini, kimlik yapmak geçmiş çağlarda geçerli idi ama çağımızda geçerli değildir.”

Düşünmekten Uzak Tutulma

Türk toplumu asırlardır beşeri sistematik düşünme işleminden uzak tutulmaktadır. Bu uzak tutma politikası halen de sürmektedir. Her devirde başkalarının ürettikleri, çağın bilimsel ve teknolojik ürünlerini almıştır ama onları üreten düşünme sistemini hiç almamıştır. Özellikle düşünmenin egemen olmaya ve insanlık hayatının onunla yaşanmaya başladığı 18. asırdan sonra bu düşünmemenin faturasını Birinci Dünya Savaşında eleman, finansman ve arazi olarak çok pahalı ödemiş ve halen de ödemesine rağmen bir türlü bu düşünme işlemine yaklaşmıyor. Bu yaklaşmamaya da her nedense ve her zaman, kültürümüz yok olur gerekçesini kullanmıştır. “Yok olur,” denen kültür de aslında onun ürünü değil, İslam adı altında başkalarının kültürüydü.

 

“Bugün bile, eğitim politikalarında çok sayıda değişim yapılmaktadır ama çağdaş sistematik düşünmeyi öğretmeye yönelik hiçbir adım atılmamaktadır.”

 

Türk toplumu çok değerli bir toplumdur ve insanlık için yaşaması lazımdır. Ama bu düşünme işlemini yapmazsa eriyip gidecektir. İnsanlığın çağımızdaki tehdidi, daha öncesinde görülmeyecek kadar güçlü ve tehlikelidir. Bu tehdit; felsefe ve bilim tehdididir. Bu da parayla satın alınan mühimmatla bertaraf edilemez. Bu, ancak düşünme işlemi yaparak bertaraf edilebilir ve düşünme de parayla satın alınamaz ancak yapmakla ona sahip olunabilir.

 

“Para ile kişilik satın alınamıyorsa, para kazanmak için neden şahsiyet verilir?”

 

Varolma Arayışı

Kimlik üretememenin telafisi olarak dini kullanır. Ayrıca basit birkaç tane ibadet adı altında ritüelle en kıymetli kimliğe sahip olmak yanılsaması yaşar. Varlığı felsefi fikir ve bilimsel bilgi gibi zor kafasal malzemelerle değil, hiç eğitim almamışların anlayabileceği mitoslar ve efsaneler gibi masallarla algılamak ve fiziksel hareketlerle uygulamak kolaylığını tercih eder. Bu durum, dini, avam tabakasının bir işi olarak görmektendir. Avam tabakasının algılayabildiği bir şeyin insanlık entelektüel piyasasında hiçbir değeri olmaz. Şimdi değersiz bir şeyle toplumsal kimlik edinen toplumlar, dünya entelektüel piyasasında var olamıyor.

 

Türkler, düşünme işlemi istediğinden dolayı Hristiyanlığı seçmedi, İslam’ı seçti. Çünkü Kuran’ın zahiri, yüzeysel anlamı, insandan felsefi düşünme işlemi istememektedir. Ayrıca Araplar sayesinde İslam, kendisini dünyada değeri olan bir din olarak kabul ettirmişti. Dinle ilk karşılaşan insanlara İslam kolayca dindar olma imkanı sağlıyordu. Türkler de İslam vasıtasıyla aslında milattan önce binlerdeki Tevrat’ın düşünme düzeyinden dine girebildi, böylece İslam’ı kendilerine hizmet ettirdiler. Fakat bu durum, çocuklarına verdikleri Yakup, Yusuf, İbrahim gibi isimlerden ve dini uygulayış biçiminden görüldüğü gibi, Yahudi kimliğine hizmet etmek idi. Hangi kültürün isimlerini kullanıyorsanız, o kültüre hizmet ediyorsunuzdur. Neticede Türkler, Arapların İslam adı altında ürettikleri değerden yararlanan tek millettir. Bu değeri üreten Araplar, bunlardan yararlanamamışlardır. Araplar, bunun hasedi duymaktadırlar.

 

“Kimlik üretemeyen, başkalarının fikirsel ürünlerinin taklid ederek tekrarını yaparlar.”

 

Osmanlı’da Kimlik

Kimliksizlik

Osmanlı demek, kimliksizlik demekti. Sadece “Osmanlı” adı ile nominal bir kimlik vardı, içi felsefe ile dolu reel kimlik yoktu. Aslında Osmanlı’yı oluşturan halk kesimleri de dünyanın kimliksiz insanlarıydılar, çünkü hemen hepsi tarih sahnesine geç çıkmış ve zamanın felsefesi ile başları hoş olmayan, yani düşünme işlemini sevmeyen ve yapmayan insanlardı. Osmanlı’nın fethettiği ülkelerdeki insanlar da genellikle kimlik üretememişlerdi. Nitekim Balkanları fethedebildi, ama kimliği oluşmuş Batı Avrupa ülkelerini fethedememişti. Nitekim Osmanlı ancak Balkan ülkelerinden devşirme yapabilmiş, daha ötedeki ülke insanlarından yapamamıştı. Osmanlı, kimliksiz toplumlar için nominal da olsa kimlik kazanma, sığınak ve güvenli bir liman fonksiyonunu görüyordu.

 

Osmanlı, özgün kimlik üretememişti. Çünkü filozofları yoktu. Özgün kimlik üretmek yerine İslam’ın bedenle ve ağızla uygulanan ritüellerini; cami, minare gibi göze hitap eden sembol ve simgelerini, Kuran ve mukabele okuma, ezan ve sela gibi kulağa hitap eden motifleri kimlik olarak kullanmıştır. Fethettiği ülkeleri de kimlik olarak bunlarla avutmuştu. Oralara götürebileceği kimlik felsefesini, kültürünü ve dilini içeren bir tane kitabı yoktu. Onlar da kimliksiz kaldılar ve bunun faturasını bugün bile ödüyorlar.

 

Aslında bu sembol ve simgeler hem Osmanlı’nın ürünleri değillerdi hem de orijinal İslam’da yoklardı, Emeviler gibi sonraki iktidarların İslam dışı milletlerden alarak iktidar için sonradan ürettikleri şeylerdi. Mesela minare Mecusilerden yani ateşetapanlardan alınmıştı. Kuran’ın Arapçasını okumak, hatim indirmek ve mukabele okumak gibi ritüelleri Yahudilikten almıştı. Hristiyanlardan aldığı “ilmihal” kitapları ve bilgileri götürdü. Yahudilik ve Hristiyanlardan taklit ettiği tapınakçılığı götürdü. Osmanlı fethettiği ülkelere bu sembolleri götürmüştü, oraya götüreceği kendi ürünü bir kimliği hatta dili bile yoktu. Yani kafasal, özgün düşünsel hiçbir şey götüremedi.

 

Sonuç

Osmanlı’da ve Türkiye’de Batı’ya Saldırı

Osmanlı, sürekli olarak Hristiyan dünyaya ya da Batı’ya saldırmıştır. Saldırırken kullandığı gerekçe, “kefere ve fecere” söylemi olmuştur. Yani dinsel gerekçelerle saldırmıştır. Halbuki onları saldırıya müstahak görülmelerinin nedeni dinsel değil, felsefi ve bilimsel idi. Dolayısıyla medeniyetsel idi. Çünkü onlar bu alanlarda ileride idiler.

 

Bugün de Türkiye, Batıyı ahlaki gerekçelerle kötülüyor. Halbuki Batı’yı saldırıya müstahak gördüğü gerekçeler, ahlak kamuflajlı felsefi ve bilimseldir. Çünkü onlar, bu ileri düzeye bizim ahlaksız dediğimiz ahlaklarıyla ama felsefe ve bilimle gelmişlerdir. Türkiye, kendisinde bulunduğu ve onlarda yok olduğunu iddia ettiği ahlakla onlara saldırıyor, felsefi ve bilimsel zaaflarıyla saldıramıyor. Üstelik onların felsefi ve bilimsel icatlarıyla hayatını yaşıyor. İşte bu aşağılık kompleksini, böyle telafi etmeye çalışıyor.

 

Halbuki Müslümanlar sadece dünyevi hayatlarını değil, dini hayatlarını da onlardan almışlardır. Hatta dinlerini, onların ortaçağ teoloji çöplüğüne attıkları teolojik çerçöple yaşıyorlar. Ritüeller, mabet, cemaatle ibadet, hatim ve mukabele, makamlı Kuran ve ezan okuma gibi ritüelleri, Müslümanlardan önce düzenleyenlerden aldılar. Müslümanların kendilerinin sadece felsefi, bilimsel ve teknolojik değil, dini icatları da yoktur. Çünkü tarih sahnesine geç çıktılar. En son dine mensup olmak, dini aşamaya en son girildiğini gösterir.

 

Türkiye’nin Yapması Gereken

Türkiye’nin bugünkü elzem ihtiyacı, çağı yakalamak için ileri gitmektir. İleri gidebilmesi için Batı’da yapılan zor işler olan felsefi ve bilimsel düşünmeyi yapmak ve bu alanlarda icatlarda bulunmaktır. Batı’ya saldırmak, Türkiye’yi ileri götürmez. Hiçbir laf, yapılması gerekeni yapmıyor. Türkiye’de kafasal görevini yapamayanlar, anti-Batıcılık adıyla bir sektör üretmiş hem kendi ihmalini telafi ediyor hem de bununla halkın duygularına tatmin sağlayarak halkını sömürüp kral hayatı yaşıyor. Bunlara son vermek ve bunların prim yapmasını önlemek ve herkesin kendi görevini yapmasını sağlamak şarttır.

 

“İslam’da ırkçılık yasaktır ama dincilik serbesttir. Fakat çağımızda dincilik de yasaktır.”

Batılılık ve Çağdaşlık

Batılılık ile çağdaşlık farklı şeylerdir. Batılılık; Batının kültürüdür ama günümüz çağdaşlığı Batı’nın değil, hasbelkader orada yaşamış filozofların ürünüdür. Batılılık bir kesim insanların, çağdaşlık ise insanlığın ürünüdür. Batılılaşmak; Batının kılık ve kıyafet gibi dışkabuk kültürünü almak ve modernizasyon demektir. Çağdaşlaşmak ise insanlığın motoru olan çağımız düşünme biçimini almak ve modernleşmektir. Türkiye’de bir kesim “Batıcı” adı altında Batı’nın kültürünü alma taraftarıdır. Diğer bir kesim ise “anti-Batıcı” adıyla Batı’nın kültürüne karşıdır. Fakat her iki kesim de “çağdaş düşünme”ye karşı olmada müttefiktir. Türkiye’de bir asırdır her kesim siyasal iktidara gelmiştir ama hiçbiri “çağdaş düşünme”yi eğitim sisteminde uygulayarak topluma öğretmemiştir.

 

“Çağdaşlık ve dindarlık kaportada değil, motordadır.”

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.