İNSANLIĞIN İNŞASI

 

Hominid-Homo-Human-Transhuman

 

“Derisini değiştirmeyen yılanlar ölmeye mahkumdurlar. Bu durum, düşüncelerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir.” Nietzsche

 

“Yaşamanın amacının başarı olduğu inancı, gençlere aşılanmamalıdır. Çünkü başarı kazanan bir insan, başkalarından büyük bir pay alır. Bir insanın değeri verdiğiyle ölçülür, alabileceğiyle değil.” A. Einstein

 

Şu hatırlatmayı yapmak gerekir: Web sayfamızdaki yazılarımız, bir silsile zinciri ile yazılıyor. O nedenle bir sonraki yazıyı anlayabilmek için önceki yazıların da okunması gerekir.

 

İNSAN ve İNSANLIK

“İnsanlık; kendi ürünü lojik insanlığı, Tanrı ürünü biyolojik insana egemen kılmak istiyor.”

 

İnsanı ve insanlığı birbirinden ayırmak gerekir. İnsanlığı insanlar üretir ama ikisi; kişilikleri ve zatiyetleri farklı varlıklardır. İnsanlık nedir ve sahibi kimdir sorularının cevabı önemlidir. İnsan; Tanrı vergisi doğal beyinle hareket eden, insanlık ise; insan ürünü beşeri-yapay zihin (intellect) ile hareket eden varlıktır. İnsanlık; insanların yaptığı soyut düşünme ürünüdür.

 

 “İnsanlığı oluşturan şeyin temeli, ölümsüzlük arzusudur.”

 

İNSAN

İnsanlığı, insanlar üretiyor ama insanlık nazarında; insanlığı oluşturan düşünürlerin değeri vardır. Diğer insanların bir değeri yoktur. Bu nedenle savaşlarda birbirlerini öldürmüşlerdir. Tanrı nazarında da insanların bir önemi yoktur. Çünkü O, insanı ölümcül yapmıştır. Ölümcül yapılması nedeniyle, insanın, ömrünü harcayarak ürettiği değerler, ölümüyle birlikte bir anda israf ediliyor. İnsanlığın oluşması istenmiyor demektir. Sıradan insan doğal bir üründür, ama düşünür insanlığın ürünüdür. Bilimin tespitine göre, beş milyon yıllık insan tarihinde yüz milyar civarında insan dünyaya gelmiş ve gitmiş. İnsanlık; yöneticilerin, savaşçıların ve din adamlarının adını hiç zikretmiyor. Çünkü bu kişiler kendileri ve belki de ama sadece kendi insanları için iş yaptılar. İnsanlığa hiçbir katkıda bulunmadılar. Hatta insanlığa katkıda bulunan düşünür ve biliminsanlarını öldürdüler. Onları öldürmeleri demek, insanlığa düşman olmaları demektir. Sadece birkaç bin tane insanın isimleri biliniyor. Bu kişiler, işte insanlığı oluşturmaya katkıda bulunan önce düşünürler, sonra da biliminsanlarıdır. Diğer milyarlar, dünyaya gübre olarak gitmişlerdir. İnsanlık bu kişilerin isimlerini, ürünleriyle birlikte, tüm dünyanın eğitim sistemlerinde her gelen yeni nesle öğreterek yaşatmaktadır. Bu yaşatması boşuna değildir, bir gün onlara vefa borcunu ödemek içindir.

 

İNSANLARIN SAVAŞLARININ NEDENİ

Küresel Emperyalizm

 “Emperyalizm, insandaki animallığın egemenliğidir.”

Tarih boyunca yapılan savaşların nedeni, ekonomik çıkara bağlanır. Fakat ekonomi ne içindi? Fenomenoloji felsefe disiplini perspektifi ile bakılınca, ekonomik neden bir görüngü (fenomen)dür, onun öz (numen) nedeni ise; “bütün dünyanın sahibi olma ve bütün insanları yönetme güdüsü” olan coğrafi ve siyasal emperyalizm olduğu ortaya çıkıyor.

 

 “Savaşların asıl nedeni; dünyayı almak umudu ve yok olmak korkusudur.”

Emperyalizmin Biyolojik Kökeni

Bütün dünyanın, bir kişinin olması isteği animal istektir. Bütün bitkiler ve ağaçlar, bütün dünyayı kendisinin yapmak isterler. O nedenle çok miktarda tohum verirler. İnsanlar yesinler diye meyve vermezler. Meyve, insanın ürettiği bir kavramdır. Ağaç ve bitki için tohum vardır.

 

Antropomorf, Atropofor İnsan

İnsanlık kendi insanını üretmek istiyor. Bu insanı, robotvari aletlerle üretmek istiyor. Fakat onu üretene kadar, insanın biyolojik bedenini, davranışlarını, ürettiği insani değerlerle yaptırarak yapmaya çalışıyor. İnsanın biyolojik bedeni, animal davranışlara programlıdır. İnsani değerler ise bu programın tam zıddıdır.

 

İnsanlığın hedeflediği insanın üretilmesine kadar ki insana; “antropomorf” yani insan görünümlü hayvan ve “antropofor” yani insanlaşmakta olan hayvan demektedir. İnsanlık iki asırdır eğitimle insanları tam insan yapmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Fakat insanlık ürünü teknolojik hayatta tam insanlaşamayanlar, insani hayatı bozmaktadırlar. Teknolojik hayat animal hayat ile birlikte gitmiyor. Şimdi bu teknolojik hayat denenecektir. İnsani değerlerle insanları eğiterek insanca davranması sağlanamazsa, bilimle müdahale edilip, insanın kötü dediği davranışları doğuran hormonal duyguları genlerinden temizlenecektir. Böylece; savaş, zulüm, haksızlık, eşitsizlik gibi kötü dediği davranışları önleyecektir.

 

“Artık ya tam insan olacaksın ya da yok olacaksın.”

 

İNSANİ EMPERYALİZM ÇEŞİTLERİ

İnsan, Dünyada, günümüze kadar şu emperyalizm evrelerini geçirmiştir:

 

Emperyalizm; yönetmecilik demektir. Yayılmacılıktır. Bir devletin veya ulusun, başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışmasıdır. Etkileyen devlet, etkilenen devletin kaynaklarından “yararlanma” hakkına sahiptir.

 

Emperyalizm Çeşitleri

Coğrafi emperyalizm: Bütün dünyanın arazilerini fethederek yönetme sistemidir. Bu emperyalizmde; fethedilen ülke ve insanlar, fetheden imparatorluğun siyasal tebaası ve malıdır. 15. asra kadar ki, İslam ve Osmanlı dahil, bütün imparatorluklar bu çeşittendir.

 

Ekonomik emperyalizm: Ekonomi üzerinde emperyalizmdir. Kolonyal adı verilen bu imparatorluk cinsi, 15. asırda İspanya ve Portekiz ile başlar, sonra İngiltere, Hollanda ve Fransa dahil olur. Artık, daha önce yapıldığı gibi, başka ülkelerin topraklarını fethetmek sona ermiştir. Bu çeşit imparatorlukta insanlar ve ülkeler, imparatorluğun tebaası ve malı değildir. Sadece ekonomik bağ vardır. 19. asırda sona ermeye başlar ama II. Dünya Savaşı (1939–1945) sonunda resmen nihayete erer.

 

Siyasal emperyalizm: Ülkeler üzerinde emperyalizmdir. 19. asrın ürünüdür. Ülkeleri fethetmeksizin milletleri ve devletleri yönetme sistemidir. Siyasal birleştirme ve bütünlük (political unification)tür. Rusya, ABD dahil Batılı ülkelerin emperyalizmidir. Sona ermiştir.

 

Demografik emperyalizm, Küresel Emperyalizm: İnsanlar üzerinde egemenliktir. 20 asır. Siyasal ve ekonomik egemenlik değildir. Başka bir çeşit egemenliktir. Çemberleme (circumscription) egemenliği denebilir. Genellikle askeri güç kullanılarak yapılır ve milletler kendi içlerinde bölünür. Amaç; dünyanın süper gücü olmayı sürdürmektir. Küresel emperyalizmdir. ABD emperyalizmidir, halen kısmen sürüyor ama sona ermektedir.

Evrensel emperyalizm: 21. asır. İnsanlığın emperyalizmidir.

 

EVRENSEL EMPERYALİZM

Tanrının ve İnsanlığın İmparatorluğu

“Evrensel imparatorluk; evreni yönetmek fikridir.”

“Evrensel egemenlik; felsefe ve bilimin egemenliğidir.”

 

Çağımızda evrensel imparatorluk aşamasına gelinmiştir. Bu evrensel imparatorluk fikri üretilene kadarki devirlerde yazılan bütün eserler, bunlara kutsal kitaplar da dahildir, küresel siyasal ve coğrafik emperyalizmi içerirler. O zamana kadar Tanrının görülen evren artık insanın olmaya başlar.

 

Artık çağımızda, dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen küresel imparatorluk yerine “evrensel imparatorluk (universal empire)” yani, evrene sahip olmak ve onu yönetmek hedefine geçilmiştir. Aslında evrensel iparatorluk kavramının mucidi, antik Grek düşünür Polybius (MÖ. 208-125)’tur. Evrensel imparatorluğu bir millet ve bir kişi kurmayacaktır. Aslında insan devre dışı kalacak ve “insanlık” adı verilen varlık kuracaktır. İnsanlık; insanlığa katkıda bulunabilen herkes tarafından oluşmaktadır. insanlığa katkı, sadece kafasal düşünme ürünleri olan felsefe ve lojik bilim yapabilenlerdir. İnsanlığın hedefi; insanlığın ölmesini önlemek için evrene sahip olmak, daha doğrusu evrene sahip çıkmaktır. Bu hedefini gerçekleştirebilmesi için, ölümcül olan evreni hümünal formatlayarak dönüştürmesi gerekiyor. İşte bu işleme katksı olanlara artık yaşama hakkı vardır dünyada.

 

İNSAN İMPARATORLUKLARI

İmparatorluk sözcüğü; Latince imperare; buyurmak, komuta etmek, yönetmek kökünden gelir, İngilizcesi empiredir. Yani, insanların etnik ve dinsel gibi niteliklerine bakmaksızın ele geçirip bütün insanları ve dünyayı yönetmek demektir. İlk imparatorluk, MÖ 3200’lerde Mısırlılarla başlar. Sonra MÖ 2400’lerde Akkadlılar imparatorluğu gelir. MÖ. 1500’lerde Çin Şang İmparatorluğu izler. O devrin siyasal sistemi imparatorluk olduğundan dolayı, her hükümdarın hedefi imparatorluk kurmak olmuştur ve bu nedenle çok sayıda imparatorluk kurulmuştur. Ardından Roma İmparatorluğu (MÖ. 6. asır-MS. 395) gelir. En sonunda Osmanlı İmparatorluğu (14-20. asırlar; 1922)’nun yıkılmasıyla birlikte imparatorluk sistemi 20. asırda sona erer. İmparatorluğun sona ermesiyle birlikte, MÖ. üç bin yılında sona eren, tek uluslu yerine, çok uluslu “ulus devlet” sistemine geçildi. Fakat neticede insan, “insanlığa” ve hedefi de “evrensel imparatorluğa” evrildi.

 

İmparatorluklar ve İnsanlığa Katkı

Soru şudur; bunca imparatorlukların, insanlığın oluşumunda ne katkıları olduğudur. Sümerler ve Mısır imparatorluğu, pratik de olsa insanlığı üreten bilimsel icatlar yaptılar, bu doğrultuda ve daha sonra insanlığın asıl icatçıları olan ilk filozoflara zihinsel boğuşma yapacakları fikirsel ve bilgisel malzeme içeren yüz binlerce külliyat bıraktılar. Roma İmparatorluğu, ileride Rönesans’ı doğuracak olan İtalya’yı bıraktı. Ortaçağ Kolonyal emperyalizmi; günümüze doğuracak olan Aydınlanma ve Endüstri devrimi gibi, insanlığı tümden yeniden oluşturan zihinsel; felsefi ve bilimsel icatları bıraktı. Bütün imparatorluklar, insanlığı geliştirecek ve ileri götürecek bir çeşit tortular bırakmışlardır. Sadece Osmanlı, İslam adı altında, insanlığı geriye götürecek tortular bırakmıştır.

 

Sümerler

İnsanlığın inşasında ilk ve en önemli katkı şüphesiz Sümerler’indir. Sümerler, MÖ. 4000-MÖ. 2000 yılları arasında Irak’ın güneyi (Güney Mezopotamya; Irak)inde yerleşik olan, medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölgedeki uygarlıktır. Dünya’nın bilinen en eski uygarlığı kabul edilir. Aşağı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında kent devletleri kurdular.

 

Çok sayıda pratik bilim yapmışlardır. Çanak-çömlek yapmak, madenleri işlemek, gelişmiş bir yapı tekniği, sulama sistemi kurmak, kanallar, barajlar ve bentlerle hem seli önleyip bataklıkları kuruttular hem de düzenli sulamaya dayalı bir tarım geliştirdiler. Tekerleği icat ettiler. Tarlaları öküzlerin çektiği sabanlarla sürüyorlardı. 60 rakamına dayanan 60’lık birim, bütün zaman ve mekân hesaplarında kullanıyorlardı. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar. Gece ve gündüzü 12’şer saate böldüler. Bir yılı 12 ay olarak, Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular. Sümerlerin insanlığa en büyük teorik katkısı, kompoze ettikleri efsanelerdir. Semitik Kutsal Kitapların temelini oluşturan, “Gılgamış Destanı”, bunların başında gelir. Bu efsanelerle oluşan Tevrat ve ondan kaynaklı diğer Kutsal Kitaplar, düşünürlerin, aşmak amacıyla zihinsel boğuşma yapmaları için fikirsel malzeme sağladılar.

 

Mısır İmparatorluğu

Mısır, MÖ 3.000’den itibaren MÖ 30 yılına kadar hüküm sürmüştür. Politik ve dinsel pratik işlevsel amaçlara hizmet eden sanat ürünleri ürettiler. Resim ve heykeller yaptılar. Şekiller ve metinler, mezarlarda ve tapınak duvarlarında, tabut, dikilitaş ve hatta heykellerde yan yana birlikte örüldü. Firavunlar, savaşlardaki zaferleri, kraliyet kararnamelerini ve dini sahneleri ölümsüzleştirmek için kabartmalar yaptırdılar.

 

Bilimde de pratisyen katkıları oldu. Gökyüzünü izleyerek yön tayini, mevsim bilgileri, zaman geçişini hesapladılar. Bugün kullanılan Güneş’e dayalı takvimi yaptılar. 365 günün 12 aya bölünmesiyle oluşan 5 günlük farkı da bayram günleri olarak kutladılar. Sel sularını kontrol etme ve sulama sistemleri oluşturdular. Matematik ve geometri bilgilerini ilerlettiler. Piramitlerin inşası neticesiyle ilk defa Pi Sayısı’nın tam değerini bilen bir formül buldular. Mumyalama tekniği sayesinde tıp bilimi çok gelişmişti. Ayrıca piramitlerin inşası sırasında yaşanan kazalar da bu bilimin gelişimine katkı sağlamıştır. Mısırlılar müzik bilgisine de sahiptiler. Yedi sesli notayı icat etmeseler de onu kullanmasını biliyorlardı. Neticede, İskenderiye Kütüphanesiyle dört yüz bin civarında kitap bıraktı.

 

Eski Mısır’ın insanlığa teorik katkısı; ahıret ve tek tanrı inancıdır. Ahıret kavramı, MÖ 3000’lerde Mısırlılar tarafından icat edildiği tespiti vardır. Ölümden sonra dirilme ve yeni bir yaşama uyanma, hesaba çekilme, Antik Mısır inancında temel figürlerdendir. Antik Mısır’ın “Ölüler kitabı”, ölenlerin bir sonraki hayatta yaşamlarını kolaylaştırmak için uyulması gereken kuralları bir araya getirir. Kelime olarak “Hades”, görünmez manasına gelir. Hades, Yunan mitolojisinde ölülere hükmeden yer altı, ölüler ülkesi tanrısıdır. Hades, aynı zamanda ölüler ülkesinin de adıdır.

 

“Müslümanlar, çağdan uzaklaştıkça dine sığınıyorlar, dine sığındıkça çağdan uzaklaşıyorlar. Neden hem dine sığınıp hem çağdaşlaşamıyorlar?”

OSMANLI

“Osmanlı, iyi bir pratisyen idi, teorisyen değildi.”

Osmanlı teorisyen değildi, başkaları tarafından yapılan daha önceki icatların iyi bir pratisyeniydi. İnsanlık, Osmanlının insanlığa bir katkısını zikretmez. Nitekim insanlığın oluşmasında bir tane eserini kullanmaz. Bu nedenle Osmanlıyı sevmez.

“İnsanlık; bugünkü Türkiye’yi de felsefeye düşmanlıkta Osmanlı gibi görüyor.”

 

İnsanlığın düşmanlığı, İslam dinine değildir. İnsanlığa katkısı olmayıp insanlığın ürünlerinin hazır tüketici avcı-toplayıcılarınadır. İnsanlık; İslam imparatorluğu olan Abbasileri sever. Çünkü o, insanlığın oluşmasına katkı yapan ilk felsefi ve bilimsel çalışmaları Arapçaya tercüme etmekle yok olmalarını önlemiştir. Her ne kadar onları geliştirip onlara bir eklemleme yapamadıysa da. Osmanlı ise, bugünkü Türkiye’ye, Diyanetin kullandığı kendi milletine tahakküm amaçlı; cami, minare, tekbir, tehlil (kelime-i tevhidi okuyarak zikretmek), salavat, sala gibi, başkalarının ürünlerini kullanmayı bıraktı.

“Dini unsurları ideolojik-politik amaçlı kullanmayı; Emeviler ve Osmanlı, Müslümanların başına bela ettiler.”

“Osmanlı; kafaya ve düşünlere hitap eden zihinsel değil, kulağa ve duygulara hitap eden oral miras bıraktı.”

“Osmanlı, altı asır süpergüç olma nimetini, insanlığın geleceğine zihinsel bir miras bırakmamakla heba etti.”

Osmanlı uleması ve müderrisleri; insanlığın bilim ve felsefe literatürüne bir tane bilimsel teori ya da yasa, terminoloji, kavram ve kuram katmamıştır.

Osmanlı ulemasının en önemli özelliği; kendi zihniyetinin dışında yeni ve farklı fikirler üretenlere; ehl-i bidat, ehl-i batıl, dalalet, zındık, kafir, fitne-fücur, fasık gibi lakaplar takmak olmuştur. Bu nedenle Osmanlı’da, çağımızı doğuran teorik bilim çeşidi yapılmadı. Çünkü felsefe yasaktı ve felsefesiz bilim yapılamazdı. Osmanlı, özgür ve eleştirel düşünmeyi, devletin ve İslam’ın “beka” konusunu bahane ederek hep yasakladı. Güçlü devlet hem özgür ve eleştirel düşünmeye izin verir hem de bekasını sağlar.

“Osmanlı’da padişahlar ve halk her zaman görevini yapmıştır ama ulema, onların kazandığını tüketmiştir.”

“İşte Osmanlı ulemasının bu özelliği Türkiye’de de halen sürdüğü için felsefe ve bilim şimdi de yok, gelecekte de olmayacaktır.”

 

“Osmanlı, Allah vergisi ağızla yapılabilen ezan okuma işini, devletinin şiarı yapmıştı. İnsan vergisi zihinsel bir ürünü şiar edinseydi ya! Türkiye bugün, hala aynı şiarı sürdürmekle çok büyük iş yaptığını sanıyor. Osmanlı’yı aşamadı, çağı nasıl yakalayacak?”

 

Osmanlı, medreselerinde özellikle fıkıh ve kelam gibi dini alanlarda dört, beş asır aynı kitapları okutmuştur. Mesela on beşinci asırda yazılmış olan “Halebi Sağır” adlı fıkıh kitabı buna örnektir. Süryânî asıllı Yeni Eflâtuncu filozof Furfûriyûs tarafından 4. asırda yazılmış olan “İsaguci” adlı mantık kitabını asırlarca okutmuştur. Osmanlı uleması ve müderrisleri, hiçbir alanda bir eklemleme yapamamış, yeni bir kitap yazamamışlardır. O devirlerde Batı’da yapılan ve çağımızı doğuran felsefi ve bilimsel kuramlar üretmedi. Felsefi düşünme hiç yapmadı. Bilakis felsefeye düşmandı. Simavlı Şeyh Bedreddin (1359-1420) gibi tek tük çıkan düşünürleri de, çeşitli bahanelerle idam edilmiştir.

 

Özellikle felsefeye karşı düşman olması, insanlığın oluşumunu baltalama olarak görülmesi nedeniyle, insanlık Osmanlı’ya düşmandır ve bu nedenle onun ismini ağzına bile almaz. Osmanlı, kendisi için savaştı, insanlık için hiçbir şey yapmadı olarak görülür. Eğer Osmanlı, Avrupa’yı fethedebilseydi, bugün “insanlık” denen varlıktan söz edilemezdi olarak görülüyor.

 

“Türkler, tarihleri boyunca yukarı doğru düşünme olan felsefe tarağında bezi olmamıştır. Aşağı doğru (Batınî-sofistik) düşünme olan tasavvuf düşünmesi yapmıştır.”

 

Osmanlı’nın; sanat, edebiyat, felsefe, bilim, kültür hatta dil gibi kendi ürünü literatürü bulunmadığından fethettiği yerlere kendi kimliğini götüremedi. Onun yerine; cami, minare, fıkıh, kelam, ezan, sela, selavat, tekbir, Kuran okuma gibi, başkasının ürünlerini götürdü.

 

“Türkiye’de bugün minareler; teolojik değil, ideolojik-politik amaçlı kullanılıyor.”

Laiklik

Türkiye de bugün, Osmanlılığını; kendi kimlik ürünleriyle değil, dini unsurları minarelerden Müslüman milletine kullanarak gösteriyor. Fakat anayasasının “laik” olduğu unutuluyor. Laik sistemde; tıpkı apartmanlardaki ortak alanlara yapılması yasaklandığı gibi, kamusal ortak alanı, dinsel motiflerle biçimlendirmek yasaktır. Laiklikte devlet, nötr olmak zorundadır.

 

Kanal İstanbul Projesi

Kendi Vücudunu Yiyerek Geçinmek

Osmanlının en büyük faydası, kendi milletine ve bugün yaşayan Türkiye’deki insanlara olmuştur. Allah vergisi el ve kol gibi fiziksel organların iş yaptığı dönemde bu arazileri fethetmiş ve milletine bırakmıştır. Fakat bu millette hala Osmanlı pratisyenlik zihniyeti sürdüğü için kafasal icatlar yaparak karnını doyuramıyor, dedelerden miras kalan arazileri inşaat yapıp satmakla geçiniyor. Yer altı madenlerini, yer üstü işletmelerini, var olan topraklarını sonuna kadar rant yaptırıp satıp tüketti. Şimdi mesela “Kanal İstanbul” projesi, çarkın dönmesi için, bu durumun ve zihniyetin sonucudur. Mevcut araziyi, “geri dönüşüm” sistemiyle yeniden yemek çabasıdır. Buna, “kendi vücudunu yiyerek geçinmek (otofaji),” deniyor.

 

“Tarım toplumu kafasıyla endüstri toplumu yaparsanız, hububat yerine inşaat ekersiniz.”

 

Osmanlı Kolektif Köy Zihniyeti

Bugün köylerdeki zihniyete bakarak, Osmanlının kolektif köy zihniyetini anlamak mümkündür. Böylece, Osmanlı’da bilimin olabilirliği de anlaşılabilir. Bugün ülkede bilimsellik yokluğunun da kaynağı anlaşılabilir. Ülkedeki bu bilinç, “din” adı altında, çağımız öncesi hatta antikçağ bilinçtir, kesinlikle çağdaş “akılcı ve bilimsel” olmaya engeldir. Köyleri şehir yapamadık ama şehirleri köy yapabildik. Biz, hazırı tüketmeyi biliriz. Metropol şehirlerde bile, kasaba gibi, “evde kal!” anonsları hala minarelerden hoparlörle yapılıyor, üstelik teknoloji duyurulara evlerde yapılabilecek imkanlar sağlamasına rağmen. Hala doğal-manüel aygıtlar kullanılıyor. Dualar bile öyle yapılıyor. Halbuki televizyonlarla yapılabilir bunlar. İşte zihinsel olarak geçmişte kalıp teknolojik çağda yaşamanın uyumsuzlukları.

 

“Bugünkü metropol şehirlerimiz, ancak Osmanlı’nın köy düzeyine gelebilmişlerdir.”

 

Şehirler

Osmanlı kolektif köy zihniyeti, bugün ülkenin büyük şehirlerinde de egemendir. O zihniyetle oluşan bilince sahip insanlar şehirlere göçtüler. Onlar, aynı bilinci şehirlerde yeni nesillere aşılıyorlar.  Halbuki Weber’in şehir tanımına göre; bir yerin şehir olabilmesi için, kendisine gelen göç kültürleri absorbe etmesi, ona mahkum olmaması gerekir. Şehirlerin, kendisine gelen kültürleri absorbe edememeleri, Osmanlıda güçlü bir şehirleşmenin bulunmadığının göstergesidir.

Aynı eski köy bilinci, devlet eliyle, “din”, adı altında ve minarelerden 0-6 yaş arasındaki çocuklara sürekli aşılanıyor. İnsan bilinci 0-6 yaş arasında oluşur ve eğer değiştirmek için kişisel çaba harcanmazsa, ömür sonuna kadar devam eder, değişmez. 0-6 yaşları arasında edinilen bilinç, geri kalan hayatın jüriliğini yapıyor ve her şeyi ona uyduruyor. Atalarımız, “Kundakta giren huy, teneşirde çıkar,” demişlerdir.

 

 “Çağdaşlaştırması için kurulan Diyanet, bugün ülkeyi geri götürme işlevi görüyor.”

 

“Osmanlı köy dini ile yetişen herkes, bugün Diyanet Başkanlığı yapabilir.”

 

“Bu eski köy kaynanası düzeyi egemen olduğu sürece, Türkiye çağı yakalayamaz.”

 

Eski Köy Kaynanası Bilinci

“Köy kaynanası, suçu hep gelinine atar. Suçu başkasına atan kişi de böyledir.”

 

Bu bilinç, “eski köy kaynanası” adı verilen bilinçtir. İşte bugün insanımızın kolektif bilincini bu bilinç oluşturuyor. Çünkü kız ve erkek çocuklarımızı onlar yetiştiriyordu. Bu bilinç, pratik ve teorik alanlarımızın hepsinde egemendir. Üniversite dahil bütün okul eğitimleri, hatta profesör olmak dahi, bu bilinci aştıramıyor.

 

“Osmanlı’nın zerk ettiği köy bilinci, bugün ülkenin metropol şehirlerinde egemendir.”

 

Düşünürler

Şunu bilmek gerekir ki, tarih boyunca insanlığı üretenler ve geliştirenler hep düşünürler olmuşlardır. Bu düşünürler, belli bir milletin içinden çıkmışlardır ama aslında bu kişiler o milletten değillerdir. O nedenle onların ürünleri de o milletin ürünü değildir. Çünkü bu düşünürlerin ürünleri, önce o milletler tarafından yabancı ve düşman görülmüşlerdir. Bu nedenle de düşünürleri hep öldürmüşlerdir. Yani düşünürlerin ürünleri, milletlerinin kültür denilebilecek ürünleri değillerdi. Eğer o milletin kültürü olsaydı, ürünü yabancı ve düşman görmez, üretenleri de öldürmezlerdi. Bir ürünün, bir milletin kültürü olabilmesi için o milletin kolektif ürünü olmalıdır. Dolayısıyla insanlığı üreten düşünürler, içinde yaşadıkları milletin mensupları değillerdi, hasbelkader orada yaşıyorlardı. Ürünleri de o milletin kültürü değildi.

 

“İnsanlığa beşeri zihinle üretilen felsefi ve bilimsel katkısı olmayan hiçbir örgütün, sadece kendi milleti için var olan devletlerin artık yaşama şansları yoktur.”

 

 “Bundan sonra var olmak isteyen milletlerin, küreselliği aşıp evrenselleşmeleri şarttır.”

 

Muhafazakarlık

Düşünürler, hep mevcuda karşı boğuşmuşlardır. Mevcuda karşı boğuşmaksızın mevcudun ilerisine gidilemez. O nedenle muhafazakarlık, ilerlemenin en büyük engeli ve baş belasıdır. İnsanlık tarihi boyunca bu muhafazakarlar, düşünürleri hep düşman görmüştür. Çünkü düşünürler aykırı insanlardı. Aykırılık hep dışlanmıştır. Düşünmeleri durdurulmak istenmiştir. Aykırılar hep öldürülerek aykırılık yok edilmek istenmiştir. Ama aykırıları öldürenler, bir süre sonra o aykırıların çizgilerine gelmişlerdir. Bu kez aykırılık diye suçladıkları fikirlerin yılmaz muhafazakarları olmuşlardır. İşte insanlık çağımıza kadar böyle inşa edilmiştir. O nedenle meydan, muhafazakarlara bırakılmamalıdır. Korku olsa da onlardan korkulmamalıdır. İnsanlık korkusuz aykırıların omzunda yükselir.

 

“Cesaret; korkunun yokluğu değildir. Korkuya rağmen harekete geçmektir.” A. Maslow

 

Teorisyen ve Pratisyen

İnsanlar; teorisyen ve pratisyen olmak üzere iki çeşittir. İnsanlığın icatcıları ve inşaatçıları pratisyenler değil, teorisyenlerdir. Pratisyenler mutlaka teorisyenlerin teorik icatlarını uygulamaya koymuşlardır. Bir yerde pratik varsa, orada mutlaka ondan önce bir teori vardır. Pratisyen kişiler insanlara, teorisyen kişiler ise insanlığa hizmet ederler. Şüphesiz ki insanlığın başından beri, bugün doğacak olan insanlığa katkı yapanlar olmuştur. 2500 yıl önce felsefe icat edilene kadarki milyonlarca yıl insanlar, sistemsiz düşünme yaptılar. Fakat felsefe ile birlikte sistemli düşünmeye geçildi. İşte o zaman her şey değişmeye başladı. İnsanlık da, biri sistemsiz diğeri sistemli düşünme ile olmak üzere iki türlü tanımlanmış ve oluşturulmuştur.

“Artık pratisyenlere değil, teorisyenlere ihtiyaç vardır. Pratiği, makineler yapıyorlar.”

“Hangi alanda olursa ol, o alanın önce biliminsanı sonra da mutlaka düşünürü ol!”

“Türkler, insanlığın pratisyenlik ihtiyacını karşılayabilecek en uygun millettir.”

“İnsanlık nazarında; insan için değil, insanlık için ölenin değeri vardır.”

 

Devletler ve Bilim

Özellikle süper güç olan devletler, bilime destek verirler. Fakat bu destek, insanlığın bilimle hedeflerini gerçekleştirmek için değildir. Kendi güçlerini sürdürmek içindir. Bu nedenle her zaman bilime ihtiyaç duyarlar. İşte bu ihtiyaç duymaları, insanlığın, bilimi geliştirmesine neden olur. Aslında devletler, insanlığın gerçekleştirmek istediği hedefi pek sevmezler. Çünkü insanlığın egemenliği sonucunda devletleri sona erecektir.

 

 “Bilim üretme kimde ise, evrenin sahibi o olacaktır.”

 

Çağımızda Devlet

“Çağımızda devlet yapısı; proton değil, nötron olmalıdır.”

Proton taraflılık, nötron ise tarafsızlık demektir. Çağımızda devlet zihniyeti, özgür ve eleştirel düşünmeye özgürlük verme çizgisine geldi. Ama hala çok sayıda devlet bu çizgiye gelemedi. Bu çeşit devletçiliğin başında Müslümanların devletleri gelmektedir. Böylece, Müslümanların kabiliyetli ve cevherli insanları, cevher potansiyellerini gerçekleştiremiyor ve insanlığa katkı yapamıyorlar. Çağdaş devletler, Abraham Maslow’un felsefesi ile hareket ediyorlar. Devlet, nötr bir tavırla, bütün vatandaşlarına cevherini gerçekleştirme imkanı sağlamalıdır. Maslow’un çalışmaları, sağlıklı kişiliğin nasıl oluştuğu üzerinde odaklanmıştır. Bunların en tepesinde “Kendini gerçekleştirme” gereksinmesi bulunmaktadır. Her insanda bunu gerçekleştirecek güç vardır. Olanak sağlandığında, her insan eninde sonunda kendini gerçekleştirecek, gizli güçlerinin farkına varır. Kişinin kendini gerçekleştirmek için, temel gereksinimlerini yeterince sağlaması gereklidir. Temel gereksinmelerine doyum sağlayan insan kendini gitgide daha özgür ve iyi hissedecek sonuçta kendisinde varolan tüm potansiyelleri açığa çıkaracak, gerçek anlamda “kendisi olacak”tır.

 

Mesela 80 milyon nüfuslu ülkede çarkın dönebilmesi için her bir bireyin cevherinin kullanılması gerekir. Kullanılmayan her bir cevherin eksikliği mutlaka toplumsal hayatta görülecektir. Çünkü görevini yapmayan her kişi, görevini yapanların ürününü tüketiyordur, eksiltiyordur. Bu nedenle Maslow şöyle der: “Bütün insanlar, neyi olabilirlerse onu olmalılar.” Dünya, cevherini işlemeyen kişi, millet ve devletlere artık hayat hakkı tanımıyor.

 

Milletlerinin ve devletlerinin varlığını sürdürmede samimi olan Hükümetlerin görevi; kişilerine, cevherlerini potansiyellikten aktüelliğe geçirme imkanlarını sağlamaktır. Yasaklamak değil, alternatif olanaklar üretmektir. Ama beceriksiz iktidarlar, alternatif üretemediklerinden yasaklama uygularlar. Hayatı kolaylaştıramazlar, zorlaştırırlar.

 

“Türkiye; avam düzeyini, kafa katmanına egemen kılmaktan bir an önce vaz geçmelidir. Bir an önce kafa katmanını her alanda egemen kılmalıdır.”

 

“İnsanlık; insanın bedenini değil ama beden serası içinde yetiştirdiği “insan” denen varlığı ölümsüz yapmak istiyor.”

 

“Din, sorumluluktan kaçanların sığınağı yapılır. Sığınmacı, sığınaksız yaşayamaz.”

İnsanlık uzayla boğuşurken, Müslümanlar hala kendileriyle ve birbirleriyle ahlaklı ve insani olmak için boğuşmakla meşguldürler.”

 

“Her şeyi, tüketmek için değil, üretici olmak için kullanmak gerekir.”

 

“İnsanlar, ya teknolojide sergilediği insanlık ürünü akıl çapına ulaşacaklar ya da yaşayamayacaklar.”

“Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır. Ölüm varken ben yokum. Ben varken, ölüm yok. O halde üzülecek ne var?” Nietzsche

 

Bir sonraki yazımız, “Emperyalizm ve Semitik Dinler,” bu yazımızın devamı olacaktır.

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.