DİN ve SİYASET

DİN ve SİYASET

“Tarih boyunca, çağdaşlaşamayıp çağının niteliklerinde devlet yönetemeyenler, hep dini kullanmışlardır.”

 

Tarih boyunca; dinsel toplum siyasal toplum, dinsellik siyasallık olmuştur. Bu nedenle tarihte kalanların, dini siyasetten ayrıştırmaları çok zordur. Bu ayrıştırmayı Türkiye’de Atatürk denemiştir ama nitekim ondan bir asır sonra dahi dini siyasetle özdeşleştirerek iktidara gelmek mümkün olmuştur.

 

İslam tarihinde, daha başından itibaren günümüz de dahil olmak üzere, siyasal iktidarların, meşruiyeti sorunu vardır. Mevcut sistemlere göre meşruiyet alamıyorlar. O zaman da kendilerini meşru gösterebilmek için, dinsel toplumlarda “dine” sarılıyorlar ve onu kullanıyorlar. Muhalif hareketler de, iktidara gelme meşruiyetlerini dinden almaya çalışırlar. Kuran’da hem iktidar hem de muhalefet söylemi vardır. Çünkü Hz. Peygamber hem kendi topluluğunun siyasal iktidarı idi hem de bütün Hicaz bölgesinde egemenliği ele geçirmek yolunda bir muhalefet hareketi idi. İktidarda olanlar iktidar Kuran’ını, muhalefette olup iktidarı ele geçirmek isteyenler de muhalefet Kuran’ını kullanırlar.

 

Dinsel siyasal iktidarlar, dini aslında kendi söylemleri olarak kullanırlar. İbadetleri kişilerin, tanrılarıyla değil, siyasal iktidarla bağ kurmaları olarak görürler. Cami inşasına ve Cuma namazlarına önem vermeleri, kendi söylemleri doğrultusunda toplumu kendilerine itaat ettirmek içindir. İmam önderliğinde toplu namaza çok önem vermeleri, kendilerine siyasal itaati sağlaması içindir. İmam önderliğinde toplu namaz, tebaada itaat habitusu oluşturur. Din, kişinin, kendi başına özne olmasını önlemek ve kişisel özgürlüklerini sessizliğe indirgemek amacıyla kullanılır.

 

KAVGA

Tarım Medeniyeti ve Teknoloji Medeniyeti

Doğu ile Batı arasındaki çatışma, Sümer sistemiyle çağımız sistemi arasındaki kavgadır. Kavga, antikçağ insanının akıl çapı ile modern çağ insanınınkinin kavgasıdır. Sümerlerle birlikte, ilk medeniyet olan “tarım” medeniyeti doğmuştu. Bu medeniyet aynı zamanda “doğu” medeniyetidir ama aslında Afrika, Asya ve Ortaasya’da yaşamış beş milyon yıllık insanlığın ürünüdür. Çağımızda ise insanlık tamamen yepyeni ve daha öncesinde benzeri olmayan bir medeniyeti üretmiştir. Bu medeniyetin adına “sanayi ya da teknoloji” medeniyeti demiştir. Buna “Batı” medeniyeti adı verilmektedir. Aslında bu medeniyet Batı toplumunun değil, hasbelkader orada yaşamış olan, insanlık çizgisini sürdüren düşünürlerin icat ettiği medeniyettir. Çünkü bu yeni medeniyeti Batı toplumu bir kültür olarak üretmedi. Onu bazı düşünürler üretti ve bu düşünürler, mevcut kültüre yabancı görüldüklerinden hep öldürüldüler.

 

“18. asırdan itibaren insanlık, tarihsel bir dönüşüme ulaşmıştır.”

 

Çağımıza kadarki yaşam biçimi, doğallığa uygun idi. Ona adapte olmak için pek bir düşünsel değişim gerekmiyordu. Çağımız yaşam biçimi ise tamamen hümünalleşmiştir. Ona uyum sağlayabilmek için radikal düşünsel değişim gerekiyor. Doğal yaşam biçimi, insanın doğallığına çok uygundur ama hümünal yaşam biçimi ise insanın doğal yapısına çok aykırı hatta tam tersidir. İşte iki tip insan arasındaki çatışmanın kökeni burada yatmaktadır.

 

Sümerler ve Türkiye

Toplumu din ve dinadamlarıyla biçimlendirmek, Kutsal Kitap eğitimi ve ezberlemesi, tanrı ve siyaset özdeşliği, haremlik-selamlık adı altında kadın-erkek eşitsizliği gibi sitemler hep beş bin yıl önceki Sümerlerin formüle ettikleri ürünlerdir. Kadın-erkek, haremlik-selamlık ayrı eğitimi gibi, Sümerlerin her alandaki sistematizasyonu çağımıza kadar uygulanmıştır. Yeni medeniyet; eğitim, din, ekonomi, siyaset, üretim gibi yaşamın her alanının sistemlerini tümden değiştirmiştir. Beş bin yıl önce var olan Sümerlerin öğretim sistemi, birçok yönüyle Türkiye’nin eğitiminde hala varlığını sürdürüyor, bundan henüz kurtulup çağdaşlaşamamıştır. Ezbercilik halen sürüyor. Türkiye eğitim kültüründe de daha düne kadar veli, öğretmene, “Eti senin, kemiği benim,” derdi. Türkiye’deki halen haremlik-selamlık eğitim istekleri gibi durumlar; Sümerler zihniyetini, eğitimini ve diğer sistemlerini aşamadığının gösterenleridirler. Artık insanlık, bu sistemleri ve zihniyetleri değiştiriyor, çünkü bunlar çağdaş yaratıcılığı, üretmeyi ve çağa adapte olmayı engelliyor. Artık bu, çağdaş akıl çapının ürettiği insaniliğe aykırıdır.

 

Tarikat ve Cemaatler

Türkiye’de bir asırdır din söylemleri; bir tarafta tarikatlar ve cemaatler, diğer tarafta onlara karşıt olmak üzere genelde iki çeşit olmuştur. Cemaat ve tarikatlara karşı söylemi, hatta devlet adına Diyanet ve İlahiyat Fakülteleri yapmıştır. Bunlar, bütün paradigmalarını cemaat ve tarikatlara karşıtlık üzerine kurmuşlardır. Fakat nihayetinde kavgayı tarikat ve cemaatlerin söylemi kazanmıştır. Diyanet de bugün tarikatların çizgisine gelmiştir. Her ikisi, artık toplumu çağın akıl çizgisine çıkarmaya çalışmak yerine, tarikat ve cemaatlerin yaptığı gibi, geriye götürmeye hizmet etmektedir.

 

Neden? Üç neden zikredeceğiz.

 

Birinci neden; cemaat ve tarikatlar, insanların hormonal duygularına, duygusal ve maddi çıkarlarına hitap ediyorlar, yani insanların bir çeşit doğal ihtiyaçlarını karşılayıp tatmin sağlıyorlar. Tutkuların egemen olduğu toplumda da ancak bunlar iş yapar. Fakat onların karşıt söylemleri, insanların düşünlerine hitap etmeleri gerekirdi. Düşünlere hitap edebilmek öncelikle hitap edenlerin, sonra da muhatap kitlenin akıl çapının genişletilmesini gerektiriyor. Ama maalesef hitap edenler, önce kendilerinin ve sonra da hitap ettikleri kitlenin akıl çaplarını genişletemediler. Sadece tarikatların söylemlerinin İslam’da olmadıklarını temcit pilavı gibi tekrarlayıp duruyorlar. Yani düşünsel değil, oral çalışıyorlar. Fakat duygulara hitap eden söylemleri çürütmek, ancak düşünlere hitap etmekle mümkün olur. Bu ülkenin hiçbir alanında düşünme egemen değil ki!

 

İkinci neden; kolektif akıl çapının ve düşünme biçiminin insanlığın milyonlarca yıl önceki fetişizm, animizm ve totemizmi içeren sihirsel düşünme aşamasında kalmış olmasıdır. Bu evre, insan yavrusunun 2-6 yaş arasındaki sezgisel düşünme biçimine karşılık geliyor. Tek çözüm, kolektif akıl çapını çağımızın çapına çıkarmaktır. Bu amaçla “düşünme” ama “beşeri sistematik düşünme” nedir, nasıl yapılır mutlaka topluma öğretilmelidir. Ama eğitim sistemimizin hiçbir kademesinde bunlar öğretilmiyor.

 

“Kilobit bilgisayara, terabit programlar ve dosyalar okutamazsınız.”

 

Üçüncü neden; tarikat ve cemaatlerin kullandığı söylemler, bütün insanlıkta çağımıza kadar geçerli olan söylemlerdi. İnsanlık bu söylemleri ancak çağımızın düşünüş biçimi olan “Akılcı ve bilimsel düşünme” biçimi ile aşabilmiştir. Türkiye’de bırakınız avam katmanını, kafa katmanını işgal edenler dahi çağımızın düşünüş biçimini yakalayamamıştır. Kaportasal modernliğe ulaşanların bile motoru, yani düşünme biçimi halen geçmiştedir. Çünkü düşünme işlemi yaparak değil, taklitle modernleşmektedirler. Onlar da, düşünsel olarak bir çeşit tarikat ve cemaat zihniyetindedirler, onu aşamamışlardır. Söylemleri farklı değildir. Sadece kaportaları farklıdır. Her an asıllarına dönebilmektedirler.

 

“En zor iş, çağdaş işleri çağdışı insan malzemesiyle yapmaktır.”

 

Soyut konularda topluma tek bir paradigma dayatılmamalıdır. Toplum, kendisi fikirsel çatışmalardan geçerek kendini ayarlama ve üretme becerisi kazanmalıdır. Devletin yapması gereken şey, önce kendisinin topluma tek paradigma dayatmaması,sonra da  dinsel paradigmaların bir tanesinin ülkede egemen olması amacıyla dayatılmasını, devleti ve toplumu soymasını önlemesidir.

 

“Dinler, soyut şeylerdir. Soyut şeylerde tek doğru ve tevhit olmaz.”

 

Diyanet

Diyanet, tarikat ve cemaatlerin insanlara sağladıklarını sağlayamıyor ve sağlayamayacaktır da. Çünkü insanların duygularına da düşünlerine de hitap edemiyor. Sadece aşırı bağırarak ezan ve Kuran okumakla ya da vaaz etmekle insanların sadece kulaklarına hitap edebiliyor. Diyanet, bu durumuyla kendisine “varlık nedeni” arıyor. Ama bulamıyor. Diyanet’in gördüğü işlevin adı nedir? Adını koyabilir mi? Hangi toplumsal ihtiyacı karşılıyor? Aslında görevi olmayan ahlak işlerine soyunmaya çalışıyor ama ahlaklılığı da sağlayamıyor. 130.000 caminin, üç yüz bin minarenin, beş yüz bin adet minare şerefesinin, iki milyon hoparlörün olduğu ülkede işlenen suçların çeşitleri ve miktarı, bunu sağlayamadığının göstergesidir. DİB Başkanı, Allah vergisi ağızla yapılabilen sadece VİP cenaze imamlığı, Devlet Başkanı özel duahanlığı yapabiliyor. İnsan kafası ve düşünmesi ürünü bir paradigma ve kuram ortaya koyamıyor. Varlık nedenini kaybetmiş kurumlar, varlıklarını kaybederler.

 

“İslam’ın; farz yapmadığı “mabette ibadetleri” yönetmekle, namazın şartı dahi yapmadığı ezanı bağırarak okumak gibi işlerle varlık sürdürülemez.”

 

Devletten din işi için yüz binlerce kişi maaş almasına rağmen, çağdaş anlamda bir din paradigması üretilemiyor. Bunun sonucu olarak, birazcık örgütlenebilen dinsel cemaatler toplumu ve ülkeyi teslim alabilmektedir. Din işinden maaş alan yüz binlerce kişi, din işini sadece ağızla oral yapıyor. Sadece bağırıyor. Profesör DİB Başkanı bile, ortaya paradigma koyamadığından yeni gelişmelere sadece “sapıklık” gibi hakaret suçunu içeren hükümler verebiliyor. Ülkenin Milli Eğitim bakanı, eğitimde kendisinden umudunu koparmış olduğundan eğitim işini Diyanet’e bırakıyor. Beş bin yıl önceki Sümer eğitim sistemine geri gidiş. Sümerlerde toplumu eğitme görevini dinadamları yaparlardı. Tarih boyunca dinadamlarının verdikleri eğitimden hiç hayır çıkmamıştır. İnsanlar daha ahlaksızlaşmışlardır.

 

“Kuran’da cami inşa etmeyi ve cemaatle namaz kılmayı emreden bir tane ayet neden yoktur?”

İNSANLIĞIN HEDEFİ

İnsanlığın bir hedefi vardır. Felsefeyi ve bilimi, insanlara mutlu bir hayat yaşatmak için değil, bu hedefine ulaşmak amacıyla yapmaktadır. Bu hedefine ulaşma yolunda yaptığı teknolojik icatlardan insanlar da bu arada yararlanmaktadır. İnsanlık bilim ve felsefeyi ve onların ürettiği teknolojiyi; insanları mutlu etmek için değil, kendi insanını, dünyasını ve evrenini yaratmak amacıyla yapmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki devlet anlayışına benzemektedir. Türkiye’de devlet, devlet görevlilerine sınıf atlatarak ayrıcalıklı hayat yaşatmak için devlet kurumları kurmaktadır. Vatandaş da bu arada bu olanaklardan bazen yararlanır.

 

İnsanlık, insanlığın hedefine katkıda bulunmayan, bilakis hazır tüketici olan milletleri ayıklayıp yok edecektir. Çünkü onlar, dünyanın kaynaklarını gereksiz bir şekilde tüketiyorlar. Ne yazık ki bu yok edilecek milletlerin başında Müslümanlar gelmektedir. Çünkü onlar, insanlığın ilerlemesine bir katkı yapmadıkları gibi, geriye doğru götürmek için çalışıyor görünüyorlar. Bu nedenle insanlığa bir tehdit olarak görülüyorlar. Maalesef Türkiye de bu kategoride görülmektedir. Türkiye, İslam dünyasına dahil olmaya çalışmak yerine, ileri insanlığa dahil olmaya çalışmak zorundadır. Fakat bunu yapabilmesi için çağdaş düşünme biçimini yakalaması şarttır. Şu anda bunu yakalamaktan çok uzaktır. Çağın düşünüşü ancak filozoflarla yakalanabilir ki Türkiye bu vasıfta filozof yetiştirmiyor.

İkinci Zihinsel Devrim

Türkiye, Atatürk’ün Türkiye’ye tanıttığı bu birinci çağdaş zihinsel devrimin ikincisini yapmak zorundadır. Fakat Türkiye bunu yapmakta umudunu kaybettiğinden İslamcılık adı altında geçmişe doğru kayıp gitmektedir. Gerçi İslami konuların hiçbirinde de çağdaş bir paradigma ortaya koyamıyor.

 

“Çağımız, Tanrı ürünleriyle değil, insan ürünleriyle var olunan çağdır.”

 

Yani böyle bir devlet yönetimi biçiminden bu ülkeye ne hayır gelebilir ki! Toplum sahipsiz ve yalnız bırakılarak insanlığın ayıklamasına terk edilmektedir. Fakat yetkililer, devlet sayesinde elde ettikleri ayrıcalıklı sınıfsal nimetlerle kendilerini kurtaracaklarını sanıyorlar. Boşuna sanıyorlar. İnsanlık, ilk önce onları ayıklayacaktır. O haksız nimetlerin hayrını göremeyeceklerdir. Benden söylemesi!

 

Ahir Kelam

İslam dünyası, çağımızın paradigmalarıyla fikirsel çatışmaya girmek yerine, onu yadsımayı ve ona uzaktan hakaret etmeyi yeğliyor. Çünkü onunla fikirsel çatışma gücünü kendisinde göremiyor. Çünkü düşünme işlemini yapması gereken kafa katmanı yoktur. İslam dünyası, daha önce; modernleşme girişimi yapmış ama başarısızlığa uğramıştır. Şimdi ilerleme değil, gerileme girişimleri yapmaktadır. Belki de bu geçmişe gidiş girişimini yapan tek millettir. Kafası karışıktır. Var olmak için tek yol olarak savaşı görmektedir. Kafasal çözüm düşünemiyor hala.

 

“Türkiye’nin her işinde Allah vergisi el, kol ve ağız boyutu vardır ama insan vergisi kafa boyutu yoktur.”

 

Ülkeyi, kolay ve hazır yolu seçip geçmişteki akıl çapıyla üretilmiş; Zerdüştlükten alınan milyon sayıda minarelerle, Yahudilerden alınan yüzbinlerce kubbeli mabetlerle, gavur dediklerinden aldıkları milyonlarca hoparlörlerle doldurmak, bütün gün havayı desibel sınırlarını aşarak teknolojik gürültüye boğmak ve göğü çınlatmak hiçbir sorunumuzu çözmez. Bilakis sorunlarımızı uyuşturur ve büyütür. Üniversitelerin kampüslerini bu motiflerle doldurmak, oralarda bilimin yok olmasını önleyemiyor hatta kamufle ediyor. Asıl beka sorunu, toplumu bunlarla avutarak ve oyalayarak geride bırakmaktır.

 

“Türkiye’de ezanlar, namaz gibi dini amaçlı değil, tamamen siyasal amaçlı okunmaktadır.”

 

Türkiye aslında ezan okumuyor, sadece ezan adı altında Allah vergisi ağızla ve sesle dini siyasette kullanıp siyasal bağırma yapıyor. Egemenliğini dayatıyor. Halbuki kamusal “ortak alanlar” her kesime hitap edecek şekilde nötr olmak zorundadır. Çağdaş Anayasaya ve kanunlara göre kamusal ortak alanlar; bir dinin, mezhebin, etnisitenin, cinsiyetin, ideolojinin egemenliğinde olamazlar.

 

Halbuki Kuran şöyle diyor: “Sesini alçalt! (Bağırma!) Seslerin en çirkini eşek sesidir.” Lokman, 19.

 

İslam’da farz olan ibadet namazdır. Ezan, namazın sünnetlerinden ve şartlarından bile değildir. O nedenle Fıkıh Kitapları, “ezansız namaz geçerlidir,” derler. Ayrıca Kuran, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhalefet olarak mabette ve toplu ibadet yapmayı farz olmaktan çıkarmıştır. O nedenle ezan, camide ibadet yapmaya çağırmak için değildir. Sadece namaz vaktini bildirmek içindir. Kuran’da ibadeti toplu değil, bireysel yapmak esastır.

 

İslam dünyasının ve Türkiye’nin çağı yakalayabilmesinin tek yolu vardır. O da; mevcut akıl çapını genişletmesidir. Mevcut akıl çapıyla ileri gidilemez. Eğer ileri gidilemiyorsa demek ki mevcut akıl çapı genişlememiştir. Akıl çapını genişletmek, sadece ve sadece “sistematik beşeri soyut düşünme” işlemi yapmakla mümkündür. İslam dünyası bu düşünme işlemini öğrenmekten ve yapmaktan sürekli kaçmaktadır. Kaçtıkça, problemler daha da büyüyerek karşısına çıkmaktadır. Düşünme işlemini yapmak zordur. O ise, hep kolay yolu ve Allah vergisi organlarla yapılan işleri seçiyor. Ama bu zor işi bir kere yapsa, bu dertten kurtulacaktır.

 

Ulus ve Ümmet

Toplum; aynı toprak bütünü içerisinde birbirinden alabildiğine farklı kesimlerin birbirlerine bağlanmalarıdır. Çağımızda bu kesimler birbirlerine zihinsel düşünme işlemiyle bağlanabilirler. Geçmişin dinsel unsurları ile bağlanamaz. Dinsel unsurlar bilakis bölünmeyi doğuruyorlar. Bir ulus içerisinde ümmet kavramı olmaz. Ümmet; birçok ulusun “ulusüstü” birlik kavramıdır. İslam ülkeleri, ümmet olmak istiyorlarsa önce ulus olmayı becermelidirler. Ulus; bir ülke içinde yaşayan farklı bütün insan kesimlerini kapsamaktır. Ulus, sosyal bütünlüktür. Ulus devlet  ve  iktidar da; ülkede yaşayan bütün insanları, siyasal bütünlükle bütüncül olarak temsil etmektir. Kendi ülkesinde bölücü ve parçacı olanlar ümmet birliği ve bütünlüğü hiç kuramazlar. Kendi ülkesinde siyasal bütünlüğü beceremeyenler, ümmeti hiç beceremezler.

 

Kendini Üretmek

İnsan demek, tarih boyunca, “kendini üretmek” demektir. Müslümanlar, Tanrı’yı çok yoğun kullanmalarına rağmen, bir türlü kendilerini üretemiyorlar. Çünkü kendini üretmek, a priori yani “verili” değil, a posteriori yani “kazanımlı” bir iştir ve bunu beceremiyorlar. Bunu becermek zorundadırlar. İktidarların da, toplumlarını çağlarına göre yeniden üretmek görevleri vardır. Bunu da yapamadıklarından “din” adı vererek geçmişin hazırına sarılıyorlar.

 

“İslam dünyası ve Türkiye, bundan sonra varlığını sürdürmek istiyorsa mutlaka felsefi kavram, bilimsel ve teknolojik kuram icatları yapabilir düşünmeye ulaşmalıdır.”

 

İnsanlık tarihi boyunca düşünürler, insanlığı geliştirme mücadelesinde, dış düşmanlardan değil, hep siyasal iktidarda olan ve geride kalmış insan iç düşmanlarından eziyet çekmişlerdir.

 

“Eski ile yeni yapılamaz, geriye giderek ileriye gidilemez.”

 

Müslümanlar, hayatlarının bütün alanlarında çağımız aklının ürünlerini kullanıyor. Ama aklını çağımızın çapına çıkarmak istemiyor, ona karşı direniyor ve geçmişteki akıl çapında kalmak istiyor. Bu akıl çapına ulaşmak zorundadırlar. Kendilerini başka hiçbir şeyle boşuna avutmasınlar. Bu akıl çapına ulaşamadığından dolayı hiçbir felsefi fikir, bilimsel bilgi ve teknolojik icat yapamıyor. Hayat artık bu kafasal icatlarla yaşanıyor. Peki İslam dünyası bundan sonra karnını nasıl doyuracak? İnsanlığa hiçbir katkı yapmadığı gibi onun varlığına tehdit olduğu imajını veriyor. Bu anakronik, oksimoron ve antinomik durum sürdürülebilir değildir. Bu durumla sadece ayıklanıp yok olup gidilir.

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.