ÇAĞIMIZDA DİN

ÇAĞIMIZDA DİN

Felsefi ve Bilimsel Analiz

“Bırak bütün insanlar seni tanısın; ama hiç kimse seni tam olarak tanımasın. İnsanlar, sığ yerini gördükleri dereyi kolay geçerler.” Benjamin Franklin (1706-1790)

 

Yapılan son araştırmalarda, dünyada dini inançların gerilemekte olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanlar, zihinlerinde ve kalplerindeki dinsel inanışları terk etmeye başladılar. Dinler yavaşça yok olurken erkekler ve kadınlar seküler anlayışa göre yaşamaya ve hümanist değerleri benimsemeye başladılar. Bu kişilerin sayısı günden güne artıyor.

 

Bu din durumu, ister istemez ülkemiz insanını da etkiliyor. Çağımızın gelişmelerini reddetmekle hiçbir yere varılmıyor ve sonuç değişmiyor. Osmanlı da realiteleri asırlarca red ve inkar etti ama sonucunda bu realiteler onu yok etti. Şimdi de ülkenin kafa katmanının konuyu felsefi ve bilimsel olarak ele alması gerekir.

 

Türkiye’yi etkileyen bu konudaki çağdaş paradigmayı bilimsel ve felsefi olarak ele alacağız. Biz akademisyenlerin görevi; topluma sonuçlarımızı empoze etmek değil, konu ile ilgili bilim dallarının tespit ettiği bilimsel teknik bilgiler vermektir. Sevsek de sevmesek de insanlığı bilim ve felsefe bilgileri yönetmektedir. O nedenle her konuda bu bilgileri bilmemiz gerekir.

 

DİNİN KÖKENİ

Dinin kökeni, çağımızda dinin yok olmasının temel nedenini açıklar. Çünkü çağımız insanı, dini doğuran devirlerin insanından zihinsel olarak çok ileri gitmiştir. Çağımız aklının, dinin kökenini nasıl gördüğünü anlamak için bazı filozof, antropolog ve sosyologlara bakalım.

 

August Comte (1798-1857)

İnsanlık üç düşünme evresinden geçmiştir. Bütün toplumların katetmek zorunda olduğu ardı ardına gelen üç evre vardır. Bunun adı “üç hal kanunu”dur.

 

İnsan düşünmesinin birinci aşaması teolojik devredir. Bu aşamada insanlık olayları ve olguları, kendisi ile kıyaslanabilecek varlık ya da güçlere malederek açıklar. Bu anlayışa göre evrendeki olaylar değişmez kanunlarla değil, insanlarınkine benzeyen iradeler yani tanrılar tarafından yönetilir. Devrin belirgin özelliği, olayların arkasındaki Tanrı iradesinin araştırılmasıdır. Teolojik devre zorunlu olarak metafizik devreye yol açar.

 

Metafizik devrede doğadaki olayları açıklamak için Tanrı fikrinin yerini, tabiat kuvveti, cevher gibi niteliği belli olmayan kuvvetler almaktadır. Bu dönemde ruhlar ve doğanın eğilimleri gibi soyutlamalar, gerçek varlıklar olarak algılanmaktadır. İnsanlığın ulaştığı en son aşama olan Pozitif dönemde bilim ve pozitif düşünme hakimdir.

 

“Bütün toplumlar, bilginin birikmesi sonucu, aynı aşamalardan geçerek sonunda bilimsel düşünmenin karakterize ettiği pozitif devreye ulaşacaklardır.”

 

Geçmiş dönemlerin düşünme yapısı üzerinde din ve teologlar ve din adamları egemen iken, modern toplumda bilim ve bilim adamları egemendir. Comte’a göre pozitif devrede pozitif bir din olması gerekir.

 

Karl Marx (1818-1883)

Marx, dinin kökenini insanın duygularına dayandırır. Dini; insanın ıstırabının bir ifadesi, acı ve sıkıntıya karşı bir protestosu, söz konusu ıstırabını hafifletme veya meşrulaştırma aracı ve halkın “afyonu” olarak değerlendirir.

 

Ona göre din; kavranamayan, yanlışlığı fark edilemeyen bir dünyanın bilincini ifade etmektedir. Ezilen sınıfları hayata bağlayarak, dünyanın sefaletine karşı geliştirilmesi muhtemel protestoları yatıştırma işlevini üstlenmektedir.

 

Şu halde dinin ideolojik işlevi; bireyin acılara, sıkıntılara, ezilmeye karşı protestolarını öte dünyaya havale ederek egemen ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkilerin istikrarını sağlamada ortaya çıkar.

 

Dinin özelliği, insanın, hayatın sıkıntılı olaylarıyla başa çıkmak için sarıldığı bir “kendini kurtarma” aracı olmasıdır. İnsan, dindeki aldatmacayı anladığı zaman, önceden kendini esir ettiği şartların ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu fark eder. Din, “insanın, kendisinden yabancılaşması”nın en derin ifadesidir.

 

Herbert Spencer (1820-1903)

Evrendeki unsurlarda, küçük ölçekli homojenlikten karmaşık ve büyük ölçekli heterojenliğe doğru bir yönelim vardır. Dini alanda da ilkeller arasındaki çok farklı ruhlara ve kutsal güçlere tapınma demek olan Animizmden, eski medeniyetler içinde bulunan politeist bir aşamadan geçerek, ilk medeniyet dönemlerinde ekilen tohumlardan yakın zamanlarda gelişmiş olan tamamen olgunlaşmış bir monoteizme doğru, oldukça açık bir benzerlik varmış gibi görünmektedir. İlk dinin oluşmasında büyü (sihir)nün etkisi büyüktür. Dinin ilk aşaması, kişileştirilmemiş kutsal güçlere inanma demek olan Animatizm aşaması olması mümkündür. İlkel düşüncenin temelindeki “yer-gök” şeklindeki ikili dünya görüşünü beden-ruh ikiliği devralmıştır.

 

Edward Tylor (1832-1917)

Dinin temeli, ilkel insandaki ruhsal varlığa inanmaya dayanır ve atalardan kalma bir kült ve tapınmadır. İnsanın ilk dini inançları, şahsiyeti olan ruhlara yöneliktir. Bu da totemizmdir.

 

Emile Durkheim (1853-1917)

İlkel topluluklarda toplumun birliğini sağlamak amacıyla totem şeklinde Kutsal semboller üretilmiştir. Totem, klanın sembolüdür. Sembol, topluluğun sadece birliğinin ve bütünlüğünün ifadesi değil, aynı zamanda bu birliğin yapı taşıdır. Maddi bir sembolü olmayan klan düşünülemez.

 

Türkiye de, cami ve minareyi toplumun birliğini sağlayan totemik kutsal sembol olarak kullanıyor. Böylece ilkel din anlayışında bulunduğunu gösteriyor. Gerçekten toplum mu bu ilkel düzeyde yoksa devlet mi? Hakikaten Türkiye’de Allah; cami, minare ve ezan kadar ilgiye sahip değildir.

 

Freud (1856-1939)

Freud şöyle der: “Din, insanlığın çocukluk çağının ürünüdür. Fakat insanlık şimdi yetişkinlik çağına ulaştı. Hiçbir insan çocukluk çağında ilanihaye kalamaz. Herkes mutlaka bir gün yetişkinlik çağına ulaşacaktır. Yetişkinlik çağına ulaştıkça insan, çocukluk çağındaki işleri peyderpey terk edecektir.”

 

James Frazer (1854-1941)

Gelişmiş her çeşit dinin kökeninde bir sihir (büyü) aşaması vardır. Sihir, sonra gelen dinler tarafından devralınmış ve bu dini inançlar tarafından üstü örtülmüştür. Ölülerin tanrılaştırılması, aslında dinin kökenine işaret eder. Dinin kökeninde ölümsüzlük inancı vardır. Büyü; etrafında olup bitenlerin, doğal kanunlarına henüz akıl erdiremeyen ilkel insanın, çevresiyle en eski bağlantı kurma şeklidir.

 

Büyü vasıtasıyla, doğayı boyun eğdiremeyince insan, onu boyun eğdirmeye, doğaüstü güçlere yalvarmayı icat ederek çalışmıştır. İlk dinin temel özelliği, insanın objelere atfettiği güçlerdir. Din, politeist bir bakış açısından monoteist bir bakış açısına doğru evrilmiştir. Bu dönüşümler, ancak eğitimli ya da okur-yazar sınırlı bir sınıf tarafından başarılmıştır. Kitlelerin eğilimi ise, büyünün hatalı genellemelerinde ısrar etmek veya onlara geri dönmektir.

 

Max Müller (1823-1900)

Tanrı düşüncesi, kaynağını, insanın doğal duyu organlarıyla deneyimlerinden alır. Dolayısıyla onun kökenini vahiyde ya da dini sezgi türlerinde aramak zorunluluğu yoktur. İlk dinsel kavramlaştırmalar, doğal olguların kişileştirilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun adı Totemizmdir.

 

Dinin kaynağı natürizmdir. Natürizme göre; doğaya tapınma, fizik çevrede rastlanan güçlerin tanrılaştırılmıştır. İnsanlar gök gürültüsü, yanardağ, yıldırım, fırtına, kasırga, ay, yıldız, karanlık, güneş ve ay tutulması gibi büyük doğa olayları karşısında hayret, hayranlık, korku, saygı duymuşlar ve onlara tapınmaya başlamışlardır. Din, kaynağını bu tür tapınmalardan almış ve insanlığın ilk dini, doğaya tapınma şeklinde ortaya çıkmıştır. İlkel insan gözünde doğanın büyük bir hayat faktörü, bir dehşet nedeni ve bir harikalar diyarı olarak göründüğünden doğayı tanrılaştırmış ve ona tapmaya başlamıştır. Böylece din, doğaya tapınma şeklinde başlamıştır.

 

Peter L. Berger (1929-…)

Berger’e göre, bilimler tarihinde fiziki bilimlerle metafizik (dinsel, teolojik) bilimlerin arasının açılmıştır. Bu aranın açılmasında, “dünyanın büyüsünün bozulmasına” kadar varan bir çekişme gerçekten var olmuştur.

 

Çağımızda teolojik düşüncenin özüne en tehlikeli ve en duyarlı meydan okumalar esasen, beşeri bilimler, özellikle de sosyolojinin iki öncül bilimi olan Tarih ve Psikolojiden gelmiştir. Tarihinki daha çok (Hristiyanlık için elbette) Tevrat ve İncil’de yer alan kitapların farklı kaynaklarının bulunması ve Hz. İsa’nın hayatı hakkındaki rivayetlerin çelişkilerinden yola çıkarken; özellikle Freud’dan sonraki Psikolojinin meydan okumaları dine, insan arzu ve ihtiyaçlarının görkemli bir yansıması olarak bakmakla ilgiliydi.

 

Bu iki disiplin birlikte, Teolojiyi tam anlamıyla bir izafilikler girdabının içine çekti. Ama Tarihinkiler, Psikolojinin iddialarına göre daha ciddi görünmektedir. Sosyolojinin, Teolojiye açtığı izafilik baş ağrısı ise hepsinden daha acıtıcı ve daha keskin olanıydı. Onun meydan okumasının en göze batan tarafı sosyolojik araştırmanın ilahiyatçıya, kendisinin çağdaş toplumda bir azınlık statüsü işgal ettiğine ve bu statüye mensup olduğuna dair bir duygu vermesidir. Yani dünya görüşleri, içinde bulundukları toplumun genel olarak kabul ettiği görüşlerden alabildiğine farklılık arzeden bir topluluk. Başka bir deyişle bu, içinde bulunduğu toplumun kabul ettiği bilgiden aykırı bir “bilgi” kümesi etrafında oluşan bir topluluktur.

 

 

ÇAĞIMIZ ve DİN

Çağımız ve Batı

Çağdaş paradigmalar, Batı’nın ürünü değildir. Hasbelkader Batı’da yaşayan düşünürlerinin ürünüdür. Yani insanlığın ürünüdür. Çağdaşlığı, Batı toplumu üretmedi, yani onun kültürü değildi. Çağdaşlık, Batı için de yeni ve yabancı bir şeydi. Nitekim asırlar boyunca, bu yabancı fikirleri üreten düşünürleri öldürdüler. Fakat daha sonra çağdaşlık, egemenliğini kurunca, Batı toplumu da asırlar süren bir kültürel çalışma (kulturarbeit) aracılığıyla ona ayak uydurdu ve sonunda onunla oluştu. Çağdaş din anlayışı da Batı’nın değil, insanlığın bugün ulaştığı aklının ürünüdür.

 

Çağımız, Dinin Ürünü Değildir

Çağımız, dinin ürünü değildir. Hatta dinden tamamen farklı felsefe ve bilimin ürünüdür. Bu nedenle dine tamamen yabancı bir dünyada dinin, varlığını sürdürmesi imkansız görünüyor. Bu durum tıpkı, çağımız öncesi devirlerdeki dinin egemen dünyasında felsefe ve bilimin yabancı görülüp yaşatılmak istenmemesi gibidir. Bugün bile hala eskinin din dünyasında kalmış insanların felsefe ve bilime hayat hakkı tanımaması gibidir.

 

Dinde Anakronizm

Anakronizm; geçmişi yaşamaktır. Hiçbir alanda kabul edilmeyen anakronizm dinde de kabul görmüyor. Binlerce yıl öncesinin akıl çapına göre belirlenen din anlayışı çağımızda uygulanamıyor. Mehmet Akif ‘in, “Asrın idrakine söyletmek İslam’ı” işte bunu kastediyor.

 

İnsanın, Dini Tanıması

Bilimsel ve toplumsal gelişmeyle birlikte eskiden belirlenen din anlayışının her toplumdan yavaş yavaş kaybolması normaldir. İnsanlık, bilim ve felsefenin gelişmesi sayesinde tanrıyı daha çok, ama eski dini tümden tanıdı. Ondaki açıkların farkına vardı ve oralardan dinin içine nüfuz edip onu aştı.

 

Hegel: “Biz modernlerde, sanat ve din artık mutlak saygı uyandırmıyor. Din ve sanatı takdir edebiliriz ama önlerinde diz çökmeyiz, kalbimiz aslında onlar için çarpmaz. Bu saygıyı sadece bilim yani kavramsal bilgi hak eder.”

 

Bilim ve Dinin Yer Değiştirmesi

Zizek: “Çağımızda bilim ve din yer değiştirmiştir. Bugün bilim, bir zamanlar dinin sağladığı güvenliği sağlamaktadır. Bilimin işlevi; kesinlik sunmak, insanın yaslanabileceği bir referans noktası sağlamak ve ümit vermektir. Din artık günümüz toplumuna dair eleştirel şüphelerin geliştirilebileceği olası alanlardan biri haline geldi. Kiliseler birer şüphe tapınağı haline gelmiştir. Direniş alanlarından birine dönüştü.”

 

İnsanın Egemenliği

Çağımız modernleşmenin, sekülerliğin, rasyonalitenin ve bilimin çağıdır. Bu gelişmeler, insanın, dünyada kontrolü ele geçirmesi demektir. Bu durumlar, iki asır öncesine kadarki beş milyon yıllık insan tarihinde mevcut değildir. Çağımız öncesinde insan, doğanın egemenliği altındaydı. Dolayısıyla başta din olmak üzere çağımıza kadar ki her şey bu doğanın insana egemenliği durumunda üretilmiştir. Çağımızın temelinde, daha önce var olmayan insani denen akılcı ve pozitivist bir yeti vardır. Bir diğer temel, rasyonalitenin insan yaşamına hakim olmasıdır.

 

Dinin İşlevi

Dinler, modern öncesi toplumlarda sadece bütünleşmeyi sağlamakla kalmamış, aynı zamanda toplumun bütün temel kurumlarını da nüfuzu altında bulundurmuştur. Artık din, modern öncesi toplumlarda gördüğü işlevleri görmüyor.

 

Rasyonalite

Rasyonalite, artan biçimde duygusallığın ve geleneğin yerine geçmektedir. Bunun sonucu olarak dinde ibadet ve törenlerle birlikte büyüsel öğeler sürekli olarak azalmaktadır. İşte bu, rasyonelleşme ve sekülerliktir. Dünyevi problemlerin çözümü için artık papazlara, mollalara, rahiplere değil, bilimsel uzmanlara müracaat edilmektedir. Bilincin gelişmesiyle, doğaüstü varlıklara inanç ortadan kalkmaktadır. Rasyonalleşme, kişilerin kendi hayatlarını yönetebilmelerini sağlaması sonucu bu amaçla eski dine ihtiyacı azaltmıştır. Fakat din kurumu, varlığını sürdürebilmek amacıyla, ibadet mevzzuatı üretip, insanların din adamlarına ihtiyaç duymalarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.

 

Dinin Devam Ettiği Toplumlar

Çağdaşlaşamayıp, birey ve toplum yaşamında dini referans almaya devam eden tutum ve davranışların ortadan kalkmadığı toplumlarda halen din devam etmektedir. Modern olgularla yüzleşememiş, kapalı ve geri kalmışlıktan kurtulamamış toplumlarda halen din yaşamaktadır.

 

Kafasal İş Yapamama

Çağımız, kafasal iş yapma çağıdır. Çağımızda kafasal iş yapamayanlar, eski dinin yaşamasını isterler. Bedenle kolay ifa edilebilen eski dinin unsurlarının var olmasını isterler ki, zor olan kafasal işleri yapmadığından dolayı oluşan değersizliklerini, bu kolay bedensel dini işleri yaparak kendilerini sanal değerli yapmak isterler. Hatta dinsiz dediği başkalarının icatlarından oluşan çağdaş nimetlerden yararlanmasındaki menfaatçiliğini ve çelişkisini kamufle etmek amacıyla dinsel unsurların bazılarını ısrarla uygularlar. Mesela dinsiz dediği insanların icat ettikleri makyajın tümünü uyguladığı halde kafasını duble başörtüsü ile örtmek gibi.

 

Dinsel Toplum ve Çağdaşlaşma

“Dinsel toplumlar, dini, düşünsel olarak aşmış ve çağı yakalamış ilahiyatçılarla çağdaşlaşırlar.”

 

Dinin Tanrıdan Ayrışması

Çağdaş teoloji, eski dini tanrıdan ayrıştırır. Dinin sonu geldiğine ama tanrının hala var olduğuna inanır. O nedenle dine inanmamayı tanrıya inanmamak olarak görmez. Aslında bu çağdaş teoloji tanrıyı, tanrının ürünü görürken dini, insanların ürünü olarak görür. Bu teoloji, modernleşmenin temelindeki rasyonelleşme sayesinde dini anlayış, inanış ve uygulamalar üzerinde etkili olan ve rasyonel olmayan unsurların ağırlığını önemli ölçüde azaltmıştır.

 

Üstün Olmak

Kopernik (1473-1543)’ten sonra düşünsel alanda büyük değişimler başlamıştır. Mesela ondan önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi izahlara gerek yoktu. Gökkubbenin, dünya çevresinde döndüğü, gözle görülüyordu. Ancak dünya, Astronomide merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu yüksek noktadan indirildi. Yani bu gelişmeye kadarki devirlerde insanı Tanrı üstün yapardı. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildi. Artık üstün olmak, insanın kendisine geçmiştir. Buna dayalı olarak Tanrı anlayışı da değişmiştir. Daha önceleri insan, “veren ve alan olarak Tanrı korkusu ile” Tanrı’ya inanıyordu ve Onunla, almak ve vermek ilişkisi içinde olduğu için Ona ibadet yapıyordu. Şimdi Tanrı’ya, veren ve alan olduğu için değil, evreni yaratmasından dolayı layık olduğu için tapılır oldu.

 

“Kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse, muktedir olduğu yüceliğe erişemez.” Bertrand Russell

 

Rönesans

İnsan, Tanrı vergisi sanal büyüklüke on binlerce yıl kendisini avuttu. Ne zaman ki 15. asırda Rönesansla birlikte kendi küçüklüğünün farkına vardı ve gereğini yapmaya başladı. 18. asırda motoru icat ederek Aydınlanmayı doğuran insan, kendi ürünü reel büyüklüğe ulaştı. Artık büyük olmak, insan aklı ile icatlar yapmaya dayalıdır.

 

“İnsanlar icatlar yaparak büyük oluyorlar. Hiçbir kafasal icadı olmayan ya biz ne ile büyük olacağız? Ülkemizi ve Birbirimizi yiyerek mi?”

 

Çağımızda Büyük Olmak

İnsanlar, üstün olup rahat ve mutlu olmak istiyorlarsa kendilerini doğayı fethetmeye adamaları gerekir. Eskiden rahatlığı ve mutluluğu elde edebilmek için sadece yiyecek sağlamak gerekiyordu ve bu da insanların savaşlarla birbirlerini yemelerine bağlıydı. Bu yiyecekler sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Artık insanların birbirlerini yemelerine gerek kalmadı. İşte bu gelişmeler, eski din anlayışında da değişim getirmiştir.

 

Duygu ve Düşünme Çağı

Çağmız öncesi devirlerde insanlara her şey insanın duygularına hitap ederek ve onları etkilemekle anlatılırdı. Din ve tanrı böyle anlatılanlardandır. Fakat çağımızda insanlık, duygusallıktan düşünselliğe geçmiştir. Çağımız düşünme çağıdır. İnsan aklının çapı, daha öncesinde emsali olmayan çapta genişledi. Eski küçük çaplı aklın betimlediği din ve tanrı anlatımları artık yeni insanı ikna etmiyor. Üstelik o anlatımları mantıksız görüyor.

 

Fiziksellik ve Zihinsellik

Çağımız öncesine kadar ki devirlerde din, insana tarım ve hidrolik toplum yapısına uygun, fiziksel aktiviteler ifa ettirerek tanrısı ile bağ kurdururdu. Çünkü o devirlerde insan yaşamının hemen hepsi Tanrı vergisi doğal bedenlerle yapılabilen işlerle yaşanıyordu. Ulaşım, iletişim, tarım, imalat, savaş gibi. İnsanlar artık bedenle yürüryerek hiçbir yere gitmiyor. Fizikselliğin kalktığı hayatta bedensel ibadet yapmak insanlara zor ve mantıksız gelmektedir. Fakat çağımızda her alanda fiziksellikten zihinselliğe geçilmiştir. Artık insan hayatı, insanın beşeri aklı ve zihni ile icat ettiği lojik icatlarla yaşanmaktadır. Böylece insan, Tanrı ile bağın bedensel ritüellerle kurulamayacağı anlayışına ulaşmıştır. Tanrı ile ancak zihinsel-düşünsel bağ kurulabileceğini düşünüyor. O nedenle kendisini bedensel ibadetlere dayandıran eski din anlayışı yok olmaya yüz tutumuştur. Artık işler fiziksellikten düşünselliğe geçtiği için Tanrı’ya fiziksel-bedensel ibadetlerle değil, zihinsel-düşünsel ilişki kurmaya başlamıştır.

 

ÇAĞIMIZDA MÜSLÜMANLAR

Filozof Zizek şu tespiti yapar: “Bazı toplumlar, özellikle Müslümanlar, çağdaşlığın etkisine doğrudan ve hemen maruz kaldılar. Bu yüzden, zaten sembollerden oluşmuş olan dünyaları çok sert bir şekilde alt üst edildi. Sembolik zeminlerini yeni bir sembolik denge kurmaya vakit bulamadan kaybetmişlerdi. Bu toplumlardan bazıları için mutlak çöküşü engellemenin tek yolunun panik içinde “fundamentalizm” kalkanına yönelmek olması hiç şaşırtıcı değil. Böylece Müslümanlar bir yeniden kabulün doğurduğu dehşet verici sonuçlara muhatap oldu.”

 

İslam dünyasının bin yıl ihmal ettiği zihinsel işlem sonucunda, çağımızla irtibatı kopmuştur. Fakat hazin olan durum, hala bu zihinsel işlemi yapabiliyor olamamasıdır. Üstelik hala çağımıza karşı direnmekte ve eski anlayışları savunmaktadır.

 

Çağa Ayak Uydurmak

Zizek: “Modernleşmenin asırlar boyunca sürdüğü Avrupa’da toplumlar, yaşanan kırılmaya kültürel çalışma aracılığıyla ayak uydurdu. Bu kırılmanın parçalayıcı etkisini yumuşatmak için vakitleri vardı. Diğer toplumlar, özellikle Müslüman toplumlar, bu etkiye doğrudan, koruyucu bir perde ya da zamansal gecikme olmadan maruz kaldılar. Bu yüzden sembolik evrenleri çok daha sert bir şekilde alt üst edildi. Yeni bir sembolik denge kurmaya vakit bulamadan, sembolik zeminlerini kaybettiler. Bu toplumlardan bazıları için mutlak çöküşü engellemenin tek yolunun panik içinde “fundamentalizm” kalkanına yönelmek olmuştur.” Fundamentalizm; genellikle dinî esaslı aslî temellere geri dönme talebidir.

 

Fundamentalizm

Bu fundamentalizmi, bazıları terör ile, diğer bazıları da eski dinsel sembolleri yoğun bir şekilde kullanma yoluyla uygulamaktadırlar. Türkiye, ikinci gruba girmektedir. Çağdaş paradigma üretemeyen Türkiye; eski geleneksel semboller olan cami ve minare inşaatlarını çoğaltması, aşırı bağırarak ve uzatarak ezan ve sala okutması, bu sembolik fundamentalizme dönüşün göstergeleridirler. İçini kendi ürettiği çağdaş fikirlerle aydınlatamadığı camilerin dışını kafir ilan ettiği ötekinin icadı olan elektrikle aydınlatmaktadır. Bu durum, dini; dünyada var olmak, yani teolojik değil ontolojik nedenle ideolojik olarak kullanmaktır.

 

Fundamentalistler

Fundamentalistler, kendilerini, aslında çıkmak istedikleri ama çıkamadıkları, kafir ilan ettikleri “öteki”nin standartlarından daha aşağıda görürler. Nitekim alabildikleri, ötekinin ürünlerini alıp kullanırlar. Kendilerinden üstün durumda olanlara yetişemeyeceklerine olan kanaatlerinden dolayı onları kendi düzeylerine indirmeye çalışırlar. Halk tabiriyle söylenecek olursa bu durum, “Senin gibi olamazsam, seni benim gibi yaparım,” anlayışıdır. Büyüklük ve küçüklük kompleksinin bir arada oluşu paradoksunu yaşarlar. Kendilerine empoze edilen dinlerine ve tanrılarına inanmalarından dolayı sanal üstün olduklarına inanırlar ama realitede ötekiye göre küçük olma gerçeğini yaşarlar.

 

“Fundamentalistler, inanmayanların günahkar hayatını acayip dert edinirler, merak ederler ve cazip bulurlar. Günahkar ötekiyle savaşırlarken, aslında kendi dürtüleriyle savaşırlar.” W. Butler Yeats (1865-1939)

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.