BİR FİLOZOF

BİR FİLOZOF

“İnsanlığın gelişimi, filozoflar sayesindedir.”

 

Ludwig Andreas Feuerbach (1804-1872)

 

Kitabı:

“Hıristiyanlığın Özü” (1839)

 

Alman ilahiyatçı filozoftur. Düşünmeyi, pratik felsefeye yönlendirmeyi savunur, böylece spekülatif değil, pratik felsefe yapılması taraftarıdır. Hümanist ilahiyat görüşleri ile ünlenmiştir. Bazı görüşleri daha sonraları Almanya’da kilise ile devlet arasındaki mücadelenin temsilcileri ve önderleri tarafından benimsendi.

 

Dine ilişkin eleştirisinde, dinin, insanlıkla ilgili doğruların bilinçsizce yansıtılması olduğu tespitini yapmıştır. O yıktığı dinlerin yerine aşk dini koymak ister. O, temeli maddeye dayanan bir idealisttir. Aşkı; maddi bir çekim olarak değil, bir insanlık ideali olarak ele alır.

 

Şöyle der: “Temel doğadır. Doğanın dışında hiçbir şey yoktur. Her şey gibi, düşünce de, doğanın ürünüdür. Düşünce, maddî bir organ olan beyinden çıkmaktadır. Maddecilikle geride beraberim, ama ileride beraber değilim.”

 

Hristiyanlıktaki tanrının bir yanılsama olduğunu iddia etti. Hristiyanlık, Tanrıyı, insanın içedönük doğasının, dışadönük bir izdüşümü haline getirmiştir.

İnsan; şizofrenik bir şekilde kendisini “ben” ve “öteki” diye ikiye bölmüş ve kendisinin dışına çıkmıştır. İnsan, kendisine dışarıdan bakan öteki figüre “tanrı” ismini vermiş ve bu düşünceyle kendisine yabancılaşmıştır. Ancak bu tanrı düşüncesinden vazgeçen kişi, kendi yabancılığından kurtulabilir.

Feuerbach, dinin gerçek ya da antropolojik özünü çözümledi. Tanrıya yüklenen çeşitli nitelikleri tartışarak bunların insan doğasının farklı gereksinmelerinin karşılığı olduğunu ileri sürdü. Dinin, sahte ya da ilahiyata ilişkin özünü ele alarak, tanrının, insandan bağımsız bir varlığı olduğu görüşünün, vahiy ve kutsal nesnelere inanmaya yol açtığını, bunların da istenmeyen bir dinsel maddeciliğin parçaları olduğunu ileri sürdü.

Feuerbach’a göre; tanrı, insan zihninin bir yansıtmasıdır. Duyu verilerine konu olan ve böylece dışımızda (bizden bağımsız bir şekilde) var olan nesnelerden farklı olarak dini inancın nesnesi olan Tanrı insanın içindedir.

Ona göre, dinin gerçeği aşktadır. Önceleri insanlar, kendi niteliklerinin fantastik yansımaları olan tanrılar yaratmışlardı; ama tanrılar, insanlık düzenini kurmaya yetmediler. Bu düzeni kuracak olan, insanın başka insanlara karşı duyduğu bağlılıktır. Bu bağlılık, en yetkin biçimine aşkta ulaşır. Hele cinsel aşk, bu duygusal insan bağlılığının en yoğunlaşmış biçimidir. Dostluk, acıma, vazgeçme, coşkunluk gibi çeşitli eğilimler, yetkinliğini cinsel aşkta beliren aşkın çeşitli görünüşleridir. İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülecektir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsanlar, böylelikle, acılarından kurtulacaklardır.

 

Feuerbach: Din, Latince “bağlamak” anlamındaki (Religare) sözcüğünden gelir. Şu halde, din sözcüğünün ilk anlamı “bağ”dır. Bundan ötürü insanlar arasındaki her bağ, bir dindir.

 

Kuran’daki “salat” kelimesi de “bağ” demektir. Kuran’ın 1200 yıl önceki konsepti, Feuerbach’ınki ile nasıl uyumlu değil mi? Fakat Müslümanlar, salat kelimesini beğenmediler ve bağı koparan “namaz” kelimesini ve ritüelini tercih ettiler. Çünkü salat zihinsel işlem ister, zor iştir. Ama namaz, bedensel-fiziksel yapılabiliyor, kolay iştir. Ama bağ kurdurmuyor. O nedenle insanlar, “Borcumu ödüyorum,” diyerek namaz kılıyorlar. Bu düşüncede, Tanrı ile bağ olabilir mi? Olursa, ne tür olur? Karşılıklılık; alacak-verecek, alacaklı-borçlu ilişkisi.

 

“Din alanında neden cahil tabaka, alim tabakasına egemen olabiliyor?”

 

Bağ Kurmak

Bütün var olmalar, bağ kurmakla gerçekleşir. Bağ yoksa varlık da yoktur. Bir vücutta milyarlarca hücre birbirleriyle bağ kurmakla vücut meydana geliyor. Bir tane hücre bağını koparınca kanser doğuyor. Evlilik bir bağ kurmadır. Bağ yoksa evlilik yoktur. Tanrıyla da bağ kurduran ibadet, ibadettir. Bağı kopartan ibadet, ibadet değildir.

 

Ama Feuerbach’ın bu dini; ruhçu değil, maddeci bir temele oturmaktadır. Ona göre, temel doğadır. Her şey gibi, din de, doğanın ürünüdür. Yani din, doğaldır. Varlık yapısının temeli maddedir, ama kendisi düşüncedir. Varlık maddeden çıkıyor ama ruhla gelişiyor, varlıklaşıyor. Ama maddelerin oyunu bitmiştir artık.

 

Bu sözleriyle Feuerbach; maddeden kaynaklanan şeylerin manaya dönüştürülmesi gerektiğini söyler. Manevi demek, manasal (manevi), anlamsal demektir. Hakikaten insan da, insanlığın ürettiği beşeri mana/anlam demektir ve insanın her şeyi, insani olabilmesi için manevi yani anlamsal olmak zorundadır. Aşk da öyledir. İnsan bedeninden maddi kaynaklıdır ama insani olabilmesi için manasal olmalıdır.

 

Kuran’ın 600’lerde, Feuerbach’ın 1830’larda ulaştığı zihinsel aşamaya, bizde o zaman ve şimdi ulaşabilen var mıdır?

 

“Sela okumak gibi, antikçağ usulleriyle sürekli ölüm öğretilen toplum, baş etmede yaşama bilinci gerektiren, koronavirüs gibi belaların üstesinden gelemez.”

 

“Formatsız insanlar, format gerektiren işleri yapamazlar.”

“Türkiye formalitecidir ama formatsızcıdır.”

 

Filozoflar

Filozoflar, insanlığın kafa katmanını oluştururlar. Hangi Kıtada yaşadıkları ve hangi millete mensup olduklarının önemi yoktur. Çünkü onlar, hasbelkader oralardandırlar ama onlardan değildirler. Onlar, insanlığındırlar. Çünkü onların ürünleri, mensup oldukları milletlerin kolektif kültür ürünleri değillerdir. Nitekim felsefeden önceki paradigmaları üretenler ve dini oluşturanlar, Doğuda yaşadılar ama onların ürünleri, o milletlerin ürünleri değillerdi ve uzun bir dönem bütün insanlığın paradigması olarak kullanıldılar. Çünkü onlar, o devrin insan kafası katmanı idiler, yaşadıkları bölgeden ve milletlerden değillerdi. Sadece bir milletin olan ve insanlığın olmayan ürünleri, bütün insanlar benimsemezler. Bölgesel ve grupsal değil küresel ürünleri bütün insanlar benimserler.

 

Onların paradigmaları, insanlığın ulaştığı zihinsel aşamayı ve akıl çapını gösterirler. O nedenle onlara karşı çıkmak, akıntıya kürek çekmektir. Hiçbir şey değişmez. Çünkü insanlık, ulaştığı zihinsel aşamadan bir daha hiçbir zaman geri gitmemiştir. İşte 2500 yıl önce doğan felsefeden hiç geri gidildi mi? Gidilmediği gibi hala her şey onun her asırdaki gelişimidir. O nedenle var olunmak isteniyorsa, insanlığın bu aşamalarına karşı direnmek yerine, onların aşamasına çıkmak şarttır. Tabi bu aşamaya çıkmak çok zor bir iş olduğundan, zor işlerden kaçınan zihinsel tembeller, din adı altında, içinde bulundukları yapılarını savunacaklar, ona insanlık kafa katmanı piyasasında hiçbir değeri olmayan sanal değer yükleyeceklerdir. Ama boşuna!

 

İnsanlığın Gelişimi

Akıl Çapı

İnsanlığın gelişimi, her alanda eşgüdümlü olmuştur. Bazı alanlarda gelişip bazılarında geride kalmamıştır. Bir dönemin insanlık akıl çapının, her alanda ürettiği ürünler aynı düzeydedir, düzey tutarlılığı içerisindedir. Mesela MÖ. 2000’lerde kağnıyı ürettiğinde, aynı düzeyde de tanrı tanımlaması üretti. Dolayısıyla o tanrı tanımı, kağnı düzeyindedir. İşte çağımız akıl çapının ulaştığı düzey, bu antik tanrı tanımını irrasyonel görüyor ve gerçek tanrıya yakıştıramıyor. Akıl çapı geliştikçe, bir önceki akıl çapının rasyonel gördüğü şeyleri, irrasyonel görür oluyor.

 

“Kişi, hangi düzeyin algısını kendisine uygun görüyorsa, o düzeydedir demektir.”

 

“Geçmiş çağların düzeyleriyle bugün var olunamaz.”

 

Çağımızdaki filozofların tanrı tanımı, bu çağın bilim ve teknolojisi düzeyindedir. Bu çağın bilimsel ve teknolojik ürünleriyle yaşayıp, on bin yıl önceki tanrı tanımında olmak hem çelişki oluyor hem de bu çağdaki yaşamla uyumsuzluk doğuruyor.

 

“Sevsek de sevmesek de, insanlık, çağımızda işte bu filozofların her alanda belirledikleri paradigmaları uyguluyor ve transhüman insanı da onlara uygun üretiyor.”

 

İnsanlığın kafa katmanının gelişimini ve hedefini ifade etmesi açısında Fueurbach’ın şu sözleri önemlidir: “Tanrı, benim ilk düşüncemdi. İkinci olarak akıl oldu. Üçüncü ve en son düşüncem insandır.” “Din, insanın kendi kendisinden ayrılmasıdır. İnsanın tanrı olma isteği, dinin dile getirdiği nihai amaçtır.”

 

“Türkiye, şimdi aklı başına geliyor. Artık hayatın, felsefe ile döndüğü zorunlu olarak görüldüğünden, bizde neden felsefe yok sorusu tartışılıyor. Geçmiş olsun! Çok geç kaldın. Bin yıl felsefeye karşı direndin. Dokunmatik toplumlar, dokununca anlarlar. Düşünerek anlayamazlar.”

Türk deyimi: Günaydın! Üsküdar’da sabah oldu!

 

Başkasıcılık

Maalesef Türkiye’de “başkasıcılık” hastalığı egemendir. Herkes, bir şeyin yapılmasını başkasından bekliyor ve yapılamayan şeyin suçunu başkasına atıyor, hep kendisini hariç tutuyor. Felsefeci bile felsefe yapamamasını, ya başkalarının felsefe yapmamasına ya da ifade özgürlüğünün başkaları tarafından verilmemesine atıyor. Halbuki düşünme, kişinin kendi kafasının içinde yapılır. Bunda başkasının özgürlük vermesine gerek yoktur. Herkes kafasının içindeki alanda özgürdür. Eğer korkuyorsan, fikirlerini ifade etme ama felsefeyi kafanın içinde yapabilirsin. “Oynamasını bilmeyen gelin, yerim dar dermiş.” Türk Atasözü

 

Herkes felsefe tarihi anlatıyor. Felsefe tarihi; Aristo ne dedi, Eflatun ne zaman öldü gibi filozoflar olan başkalarının dedikoduculuğudur. Bunu öğrenmek ve anlatmak kolaydır. Ama hiç kimse felsefe yapamıyor. Çünkü bu, kişinin kendisi tarafından kafa ile yapılır ve zor iştir. Milleti, avutmakla sömürmeyelim! Millete yararlı iş yapalım, ürün üretelim!

 

Bir konuda bir tane, çağdaş ya da en ilkel filozoflar gibi, pratik felsefi ürün ver bakalım. Felsefe, ağızla değil, kafa ile yapılır. Ağızla iş yapmak kolaydır. Kafa ile iş yapmak zordur. Sadece kafa ile yapılabilen felsefeyi bile biz, el, kol ve ağız gibi bedenle yapıyoruz. Tıpkı dini kafayla değil de ağızla ve bedenle yaptığımız gibi. Artık bedenle yapılan işlere yer yoktur.

 

Doğal Sistem

“İnsanlık; doğal sistemi değiştirmek, yerine insani olanı getirmek demektir.”

 

Bizde felsefe ve bilim dahil, her iş doğal sistemle yapılıyor. Bunu aşmak şarttır. Bir ağaca bakınız! Ağacın yapısı, mekanizması ve sistemi, insanda da bulunan doğallığı ortaya koyar. Bir gövdede birkaç tane budak ve budaklarda bir sürü dallar, dallarda sayısız yaprak vardır. Gövde, yerdeki topraktan mineral gibi malzemeleri alır ve budaklara verir. Yapraklar; güneş, oksijen ve karbondioksit gibi dışarıdan malzemeleri alır. Çoğunluğunu kendileri için kullanırlar. Bir kısmını, beslendikleri gövdeye, almak karşılığında verirler. İşte insanlık, her alanda olduğu gibi, bu alanda da bu doğal sistemi değiştirmek istiyor. Çünkü karşılıklılığa dayalı menfaatçilik, insanlığın sistemi değildir.

 

“Doğal sistemde, her şey birbirinin yemi olduğundan, her şey birbirinin peşindedir.”

“Yem için birinin peşinde olmak, animal yapıda kalmış olmak demektir.”

 

“Hep dallar budanır, gövde hiç budanmaz.”

 

Bütün doğal malzemeler sadece kendilerini düşünürler ve kendileri için çalışırlar. Ama hep başkasının yemi olmak ve varlığını sürdürmesi için vardırlar. Başkası olmasa, hiçbir değerleri yoktur. Değerlerini kendileri değil, başkaları bilirler.

 

“Sonunda, insanlığa katkısı olmayıp, sadece gübre olmak için ölmek amacıyla dünyaya insan gelmesine artık müsaade edilmeyecektir.”

 

 

Bu yazıyı paylaş :

Yorumlar kapalı.